|
|
.
Hatırladığım kadarıyla, ilk okulun dördüncü sınıfında Kıt’ alar ile ilgili dersler başlamıştı. Meselâ Afrika kıtasını ilk bakışta at başına benzettiğimi hatırlıyorum.
Sonraları severek gittiğim Tarzan filmlerinde Afrika’ da çok vahşi ve yırtıcı hayvanların bulunduğunu, yamyam’ ların ormanlarda tuzak kurarak yakaladıkları beyaz insanları kabile meydanının ortasında kurulmuş kaynayan bir kazanın içine atıp büyük merasimle pişirmeye hazırlandıklarını ancak son dakikada avlarını tam pişirme kıvamına getirirken, aniden Tarzan’ ın bağırmasıyla bütün vahşi hayvanların yardıma koşarak (Jonny Weissmüller), Jane ve Çita’ sı ile sarmaşıklardan uçarak gelişini ve beyaz adamı kurtardığını hatırlıyorum.
İşte çocukluk yaşımda Afrika hakkında bildiğim, hatırladığım bunlardan ibaretti.
Sonraları; 45’ li yıllarda Afrika’ ya gerek misyonerlik yaparak hıristiyanlığı yaymak hem de fakir halka tıbbi yardımda bulunmak ve de o zamana kadar tam bilinmeyen Afrika’ yı tanımak için kabile kabile gezen, bu arada bir kolunu da aslan’ a kaptıran, Malarya hastalığına tutulan, Malawi’ de Shire nehrinde araştırma yaparken gemisi batan, bir ara ortalıktan kaybolan İskoç asıllı, kaşif Dr. Livingston’ a Uiji bölgesinde tesadüfen rastlayan İngiliz araştırmacı Henry Morton’ un O’ nu gördüğünde “Siz zannederim Dr. Livingston’ sunuz“ - “Dr.Livingston I presume“ diye hitab edişi, bu sözün o zamanın meşhur Big Band cazcılarından Woody Herman ve Artie Shaw“ un “Dr. Livingston I presume“ isimli plak doldurmalarına vesile olmuştu. Ben de senelerce bugüne dek bu sempatik melodili parçayı dinlemiş ve tanımadan, görmeden Afrika’ ya bu müzik vasıtasıyla bir yakınlık duymuştum.
Geçmişte kalmış bu hatıralarımın ardından 80’ li 90’ lı yıllarda Afrika’ da ilk adımlarımı attığım memleketler...
ve... Kısa Anılarım...: Marakeş, Mısır, Gambia.
F A S / M a r a k e ş
1975 yılında Afrika’ nın batı sahiline yakın ve İspanya’ ya ait Kanarya adalarından Las Palmas’ a uçmuştum. Oradan da 3 günlük bir tur alarak - her ne hikmetse - merak ettiğim Fas’ın başşehri Marakeş’ e gittim.
Şimdiki durumunu bilemem ama, 1975’ te oraya vardığım zaman adımlarım beni herkezinki gibi ilk olarak 45 derece sıcaklıkta, genel görüntüde kırmızımtrak rengin hakim olduğu "Djemaa el-Fna" meydanına götürdü.
Belki yadırgayanlar olabilir ama, ilk intibam; burası bana göre bir yer olmadığıydı....
Marakeş; toz toprak içinde, sefaleti, çirkinliği, pejmürdeliği, kara sinekleri, kara fatmaları (Not: özel isim olmadığı için küçük harfle yazılmıştır !!) , büyücülüleri, falcıları, cambazları, alevli kılıç yutanları, açıkta kebapçılar, su satıcıları, baharat ve yanmış yağ kokan dumanlı havayı, dilencileri ve zurnayla oynaşan yılanları, dapdaracık, karanlık, gölgeli, kara çarşaflı sokak ve geçitlerin fotografını, videosunu çekip, bunları eve döndüklerinde eşe dosta göstermekten zevk alan özellikle Orta Avrupalı turistler için ideal bir yer.
Ama etrafla fazla ilgilenmeyip, tatilinizi yanlızca lüks bir otelin lobisinde veya havuzunda geçirmek niyetindeyseniz o başka. Ama o zaman da illâ oraya gitmeğe değer mi bilemem.
|
|
|
|
|
|
Şehir turu süresince bazı mimari güzellikler yanında, hayran kaldığım; çöle hakim bir yerde, güneşin batışına yakın göğün aldığı alışılmamış türkuaz bir renkti. Bu sahne halâ gözümün önünden gitmiyor ve maalesef de resmini çekemedim.
Son günümde dolu dolu "Couscous" pilâvı yiyip, sonra da hazım başlamadan uçağa atlayıp Las Palmas’ a döndüm ve Flamenco, Paella ile Sangria’ ya tekrar kavuştum.
M ı s ı r
Afrika’ da etraflıca gezdiğim memleket Mısır oldu. Mısır kanımca tarihi yönünden dünyada görülmesi şart olan Meksika gibi birinci sırada bir memleket ve medeniyet.
M.Ö 4000 yıllarında kurulan ve 2600' lü yıllar da başlayan 70 ‘ i aşan Piramitler Devrini hayranlık ve şaşkınlıkla görmek, yaşamak, her biri 20 ton olan blok taşlardan inşa edilmiş ve bu taşları temin edilebilecek en yakın mesafenin yüzlerce kilometre uzaklıkta olduğunu, Piramitlerin içinde ultrasound radar, sonar gibi cihazların çalıştığını, Piramitler kimin adına yapıldıysa, o’ nun mumyasının bulunduğu odaya, yılda iki kez güneş ışığı girdiğini, o günlerin de doğduğu ve tahta geçtiği gün olduğunu eldeki ciddi kitaptan öğrenmek, ayrıca da Nil Nehri üzerinde 3 günlük bir gemi gezisi kanımca olmazsa olmaz bir yaşantıydı.
Bir de Nil’ de Yelkenli Felika’ yı iki saatliğine kiralayıp, rüzğar yokluğunda ve akıntıya karşı, neredeyse Piramit taşları ağırlığına yakın kapkalın kürekleri, Kaptan Fellah’ ın uykulu bakışları arasında benim gibi çekmeye mecbur kalırsanız, o zaman Piramitlere taş taşıyan işçilerin neler yaşadıklarını çok iyi anlarsınız.
Bu arada; Mısır tarihinin ihtişamı yanında, en az onun kadar büyüleyici Meksika Medeniyeti’ ni; Yucatan’ da M.Ö 3000 yıllık "Maya" lar, Mexico City çevresindeki vadide M.S 1300’ lü yıllarda yaşamış "Azteck" lerle ilgili bilgiyi önce resimli bir kitaptan derinine okuyun ve de bir fırsat bulup mutlak gidin. Eminim çok memnun kalacaksınız.
Gambia
"Gambia" ya 1984' te gayet kısa olarak gitme mecburiyetinde kaldım. Brezilya yolculuğunda, Zürich – Dakar – Rio de Janeiro uçağımız Senegal’ in başşehri Dakar’ a son derece yoğun sis yüzünden alçalıpta inemeyince zifiri karanlıkta başkent Banjul’ a yollandı.
Pilot; havada boş boş gezinirken, Banjul’ a yakıt ikmalinden dolayı mecburen ineceğimizi ancak pistin aydınlatılmasını beklediğini anons etti. Sonradan öğrendiğimize göre hava alanı aniden ortaya çıkan - rezervasyonsuz ! - gece inişlerine hazır olmadığından, ayrıca yer personelinin de birçoğunun herhalde derin uykuya daldıklarından aydınlatma süresi bir hayli uzamıştı.
Nihayet gecenin karanlığında koyu yeşil renkli tulumlar giydirilmiş karbon kağıdı siyahlığında siyahi tek tük personel ellerindeki gölge bile yapamayan el lâmbalarıyla, uçağı sağa sola çarptırmadan salimen bir yere yönlerdirdiler.
Bu sefer Dakar’ a inemediği için sıra benzin takviyesine gelmişti.
Pilot; dev uçakla yer personelinin peşinden alanda vana arayışına başlamıştı. Biz: pencere kenarında oturanlar da görebildiğimiz kadarıyla pilota yardımcı olmaya çalışıyorduk. Körebe oyunu uzun bir zaman sürdü ve sona erdi.
|
|
|
|
|
|
Havaalanında beş saat bekledikten sonra şafak sökerken nihayet yolumuza devam edebildik.
Gambia; Atlantik sahili 80 km, genişliği ise 740 km, nüfusu 800.000 kişi olan minicik fakat hayvan çeşitleri bakımından gayet zengin bir ülkecikmiş..
Bunun doğruluğunu anlamak ta gayet kolay oldu. Bizde havaalanlarında Atatürk’ ün Gençliğe Hitabesi' nin bir benzeri duvarda çerçevelenmiş olarak asılıydı. Burada Cumhurreislerinin; vahşi hayvanlar, kuşlar ve kelebeklerle süslenmiş ingilizce bir hitabı vardı. Ancak bu yazıda gençliğin; memleketine sahip çıkması, iç ve dış düşmanlardan korunması gibi öğütler yerine, Gambia’ daki zengin doğayı sevme ve yaşatma hedefi ön plândaydı.
Banjul hava meydanındaki vaktimizin çoğunu çevrede çimenlere uzanıp kertenkelelerle beraber geçirdik.
N i h a y e t ......G Ü N E Y A F R İ K A
Uçakla Johannesburg’ a uçarken Afrika hakkında bazı bilgiler okumuştum:
Genelde Afrika Siyah Afrika olarak tanımlanmış. Ancak bu tanımlama doğru değilmiş.
Bizlerin “Negro” dediğimiz halkın yaşam alanı Sahara’ nın güneyinden itibaren başlıyor. Kuzey bölümde ise nisbeten ciltleri açık renkli ırk hakim. Bu sebepten de
"Beyaz Afrika" ve "Siyah Afrika" ifadeleri benimseniyor. Ayrıca her iki ırktan da, Sudan ve Doğu Afrikada olduğu gibi karşılıklı karışmalar olmuş.
Diğer seyahatlerde olduğu gibi, Güney Afrika Cumhuriyeti hakkında önceden iyice bilgilendim, sonra da Johannisburg’ da Grosvenor Seyahat Acentesinin sahibesi Mrs.Laura Driol ile Fax teması kurup, düşündüğüm gezi programı için rezervasyonlar yapılmasını rica ettim.
Herşey muntazam olarak gelişti ve 1 Kasım 1996 günü THY ile direk olarak saat 22:00’ de hareket edip dokuz saat sonra ertesi sabah 07:15’ te Johannesburg’ a vardım.
İlk işim, tavsiye üzerine Havaalanındaki Eczaneden Malaria tehlikesine karşı Prophilax alıp, gün be gün yutmak oldu.
Alandaki bürodan hazırlanmış bütün evrakı aldıktan sonra, taksi ile Johannesburg merkezinin 15 km dışında uydu kent olarak adlandırabileceğim gayet modern Sandton’ a vardım, otele bavulları attım ve hemen programımı uygulamaya başladım..
Sandton; Randburg, Midrand vs. gibi siyah – beyaz ırk arasındaki kargaşalıklar zamanında Johannesburg’ un içinde oturan beyazların terör ve cinayetlerden korkup kaçmaları neticesi yaratılan son derece modern bir kasaba.
|
|
|
|
|
|
Her şehirde, şayet günlerden Cumartesi ise, o şehrin muayyen bir yerinde açık Çiçek ve El san’ atları pazarları vardır.
Burada da adetim vechile, günlerden Cumartesi olmasından da faydalanarak, zaman kaybetmeden doğruca bir taksiye atlayıp, yarım saatlik mesafede olan Afrika yöresel el san’ atlarının, başa, vücuda taktıkları rengârenk boncukların sergilendiği "African Bazaar" gittim ve renkli şemsiyelerle gölgelenmiş pazar yerini 45 derece sıcaklıkta oflaya puflaya gezdim.
Bağırmasız, çağırmasız sakin bir ortamda bir çok satıcılarla ingilizce sohbet edip, bazı hatıra eşyaları ve yandaki yağlı boya resmi aldım. Böylece uçaktan inişimden iki saat sonra ilk Afrikalıları tanımış oldum.
Johannesburg’ a ve çevresine bu mevsimde gelindiğinde ilk göze çarpan "Jakaranda" ağaçlarının çiçekleri oluyor. Resimde de göreceğiniz gibi, gerek Johannesburg gerekse yakınındaki Pretoria şehrinin simgesi olmuş Jakaranda ağaçlarının mor renkli çiçekleri tüm cadde ve sokaklarda enfes, insana ferahlatan bir görüntü veriyordu.
Ertesi gün şehir turu alıp malum müze, park ve
Elmas kıralı "De Beers Holding" in Elmas şeklinde inşa edilmiş binasını herhangi bir alış veriş yapamadan !!! gezdim. Gezi sırasında ayrıca anlatılanlar ve gördüklerim şunlardı:
Dünyanın deniz veya nehir kenarında olmayan tek en büyük şehiri Johannesburg kelimenin tam
manasıyla Altın üzerinde oturan bir şehirmiş.
Bunun böyle olduğunu zaten gözlerinizle de
gezerken görüyorsunuz.
Geniş arazilerin birçok yerlerinde yapılan Altın arama kazılardan dolayı arka planda sun' i yüksek tepeler oluşmuş. Şehir ve çevresinde bulunan 40 Altın madeninde 500.000 kişi ve bunların da 1/3' ü toprak altında 12 kilometre uzunluğunda Altın bakımından zengin bir katmanda çalışıyormuş.
|
|
|
|
|
|
Şehirin en güzel görünüşünü, altında büyük bir alış-veriş merkezi olan Carlton Otelinin terasından seyretmek mümkün. Sandton yukarıda belirttiğim gibi Johannesburg’ un dışında oluşturulmuş, gayet modern binalarıyla, büyük mağaza ve alış veriş merkezleriyle donanmış bir yerdi.
Akşam vakti Sandton ve Midrand çevresinde sallana sallana yürüyüp etrafı keşfetmeye koyuldum. Bir yerde demir parmaklıklarla çevrili, içinde de 6–7 tane Güney Afrikanın o meşhur dar raylar üzerinde işleyen klasik "Blue Train" Yolcu vagonlarının sıralanmış olduğu büyük bir bahçe ortamına geldim.
Burası "The Train – The biggest buffet in the World. A variety of over 140 dishes. Dine out in the splendour of the old Blue Train" tabelası yazılı bir alandı.
Adres: Old Pretoria Road Halfway House 1685. Biraz çekince ile bu son derece lüks ve otantik görülen Resepsiyon vagonuna girdim.
Karşılayan şef’ e ilk önce burasının kimin olduğunu fısıldar gibi sordum. Bana Mr.Vasilus’ nun olduğunu söylediler. Anlaşıldı... Bu kişi bizim Ege komşusu Yunanlı olmalıydı. Vasilus' u bizzat tanımak istedim. Bir iki dakika beklememi rica etti. Bu arada iç salonda ortada muazzam açık bir dev büfe ve her yemeğin yukarısında o yemeklerin ne oldukları yazılıydı.
Biraz sonra – beni herhalde tanınmış biri zanneden - Vasilus çıkageldi. Onun tereddüdüne ve sorgu sualine vakit bırakmadan, el sıkışıp, sonra sağ elimle sırtına türk usulü hafifçe vurup, "yassu vre Vasilus" katalavis? dedim. Adam ilk önce şaşırdı. Sonradan Ege tarzı sohbet ettik, haşır neşir olduk. Uzo' dan, Rakı' dan, ot yemeklerinden, musakkadan, güneşten, denizden vs. bahsettik. Ayrıca annesi de eski bir İzmirliymiş.
Garsonlar bu beklenmedik samimiyeti görünce hayretle bizi seyre koyuldular. Vasilus birini çağırıp; dostumdur, ona birinci vagonda ilk masayı verin dedi ve gösterilen yere götürülüp oturtuldum.
Çok şık düzenlenmiş; kolonial iskemleleri bizdeki bazı sonradan görme ortamlarda olduğu gibi, kolalı yatak çarşafları ile kaplanıp arkadan düğümlenmemiş, yerime geçtim.
Masaya, Güney Afrika’ nın tanınmış beyaz şaraplarından "Sauvignon Blanc 1994" geldi. İlk kadehi bu güzel buluşmamıza içtik. Sıra yemeklere gelmişti. Servis Self Servisti, büfede sırasıyla – çektiğim resimden görüleceği gibi – her hayvanın etinden yapılmış yemekler vardı. Ben büyük bir tabağa, sırasıyla ufak parçalarla Timsah, Fil, Ceylan,Tırtıl ve Zebra' dan alıp üzerine bol sos koyup – memleketimizin bilinen baş Gurmesi gibi ağızda çevire çevire, daha doğrusu gevire gevire, ara sıra bir yukarı bir aşağı bakarak şarap refakatinde hepsini bir güzel tattım ve de yedim.
|
|
|
Tabağımda yanlızca aldığım takriben 10 cm boyunda yemyeşil 3 tırtıldan 2’ sini bıraktım. Meğer bizim yaprak dolması kadar leziz değilmiş!!
Neyse keyifli ve beklenmedik bir ortamda yemeğimi bitirip, teşekkür edip hesap istediğimde Vasilis "ColaTurka" misali "Bendensin, misafirimsin" jestinle karşı karşıya kaldım. Bak Vasilis..o zaman bana müsaade et ve bekle, ben bir otele gidip geleceğim dedim ve taksiye atlayıp otele gittim. İstanbul’ da Hacı Bekir’ den her ihtimale karşı hediyelik almış olduğum Lokum ve Baklava paketlerini alıp doğruca "The Train" e döndüm. Bu sefer ayılıp bayılma sırası Vasilis’ e gelmişti. Paketleri açıpta, taa geçmişinden hasret kaldığı Lokum ve Baklavaları görünce o derece sevindi ki, belki de bir an için aramızdaki Kıbrıs davasından vazgeçebilirdi.
Evet böylece tesadüf eseri görüp girdiğim "The Train" Restoranında aklıma hayalime gelemiyecek kadar Afrika' nın vahşi hayvan mönülerini tatmış oldum. Kısaca güzel bir raslantı; Ege' nin iki yanını birleştirmişti.
Bu arada gene etrafı gezerken yol üzerinde başka bir restoranın büyük Reklam panosuna rastladım ve yutkunarak okudum: Keşke önceden Vasilus' ta bu kadar yemek yememiş olsaydım diye de düşündüm.
Sandton emsali modern satellit yaşam alanları dışında ben taa buralara gelmişken hakiki Afrika’ lıların Johannesburg’ unu görmek yaşamak istiyordum.
|
|
|
|
|
|
Her ne kadar Seyahat acentaları müşterilerini Johannesburg’ un içinde özellikle Ana Gar’ ın yakınındaki mahalleri çok tehlikeli görüp, sakın ha oralara hele hele geceleri çıkmayın, kamera taşımayın, şayet herhangi bir yere gidecekseniz mutlaka otelinizden bir taksi alın diyerek ikaz etseler de ben Sandton’ da kaldığım otelimi değiştirtip, diğer 2 gün için Johannesburg’ un Black mahallelerinin yakınında olan Town Lodge Midrand’ e naklettirdim.
Gece programım için öz be öz Black’ lerin gittiği Afro Jazz Lokallerini öğrendim ve Mamnenburg Jazz Cafe – Simba Morri – Corner of Church’ e doğru yürüyüşe koyuldum. Tabii ortam bir hayli fakir bir görüntü vermekteydi. Ancak her nerede olursanız olun, bulunduğunuz yerlerde insanlara alçaltıcı, acıyıcı, küçük görücü bakış ve de üstelik böyle ortamlara Kolonial İngiliz kıyafet tarzında giyinip giderseniz o zaman karşılaşağınız tavırlarda genellikle suçluyu kendinizde arayınız.
Gayet huzurlu bir 20 dakikalık kaldırım üstü yürüyüşün sonunda "Simba Morri" ye vardım. Sanki doğma büyüme oralıymışım rahatlığıyla – bizdeki Laila veya Reina’ ya giriş mücadelesine düşmeden lokale girdim ve etrafı bir hayli kalabalık olan Bar’ a iliştim. Yanımda oturanlarla – ingilizce – bir iki merhabadan sonra daha ben fırsat bulup bir şey ısmarlamadan, bira ikramı geldi sohbete daldık.
Ben aklımda kalan bazı meşhur Afro Jazz orkestralarından - Bayetee gibileri - bahsedince dostluk perçinleşti. Sahnede Afro Jazz Quintet’ in mükemmel konserine elime mum alıp, sağa sola sallanıp “dudu“ demeden dalıp mest oldum.
Çok samimi ve cana yakın, sakin, müzikal bu toplumdan tahminen 2 saat sonra ayrılıp gene tıpış tıpış, hiçbir garipliğe rastlamadan ve muhatap olmadan otelime döndün ve Live Afro Jazz’ ı içime sindirmiş oldum.
Afrika' da kısa zaman içinde görmek istediğim Johannesburg ve Cap Town' dan başka esas Safari’ yi yaşamaktı. Bu programı da İstanbul’ dan ayarlamıştım.
Ertesi gün sabahı ufak uçakla Johannesburg Hava alanından Usukusa’- Krüger Park’ a uçtum. Orada beni karşıladılar ve doğruca 94 km içerdeki Satara Kampına gittik.
Herkez’ e birer Bungalow verildi. Kapıların pencerelerin kat’ iyyen açık bırakılmaması, aksi halde sineklerden başlayıp, kertenkelelerin, maymunların, yarasaların veya başka ufak baş hayvanların bizleri ansızın ziyaret edebilecekleri ihtar edildi.
Ertesi sabahki saat sabahın 5’ inde alacakaranlıkta başlayacak Safari gezisini etraflıca tanıtmak için, akşam bir Barbekü ortamında toplandık.
Grubumdaki 2 ingiliz ve 2 isviçreli ile hem sohbet ettik hem de önümüze konulan Antilop Bonfilesini yemeğe koyulduk. Bende; bonfileyi yeme daha doğrusu kemirme hususunda kat’ iyyen bir yadırgama olmadı.
Zira "The Train" restoranından bu tip
mönülere alışmış ve tecrübe kazanmıştım.
Kendimi bir an için yakaladığı Antilop’ un başına oturmuş yemini parçalamaya çalışan bir aslana benzettim.
|
|
|
|
|
|
Güney Afrika' lılar memleketlerindeki büyük baş vahşi hayvanlardan bahsederken, onları tarif etmek ve kat’ iyyetle görmenin şart olduğu şu ifadeyi kullanıyorlar: “The BİG FİVE“ .
Bunlar Yaban Öküz' ü, Fil, Leopar, Aslan ve Gergedan.
Bizde bunları görebilmek için sabahın alaca karanlığında Woza Woza tur’ un Açık 5 kişilik Jeep’ i ve Bobo isimli cana yakın şoförü ile ormana, açık alanlara doğru yavaş ve sessizce yola koyulduk.
Bu arada şoförümüze de taa İstanbul’ dan bir sürpriz hazırlamıştım. Tabiatıyla o’ na Divan’ dan veya Money’ den veya Paşabahçe' den bir hediye götürmek pek uygun olmazdı.
İkram edeceğim şey ortama uymalıydı. Eminönü Mısır çarşısından Güney Anadolu mamulu ipe geçirilmiş ve pekmeze batırılmış, cevizli, fıstıklı sucuk, kayısı pestili almıştım. Safari yolunda; vahşi hayvanlardan ve özellikle maymunlardan uzak bir mahalde Bobo' ya bu ipli sucukları ve pestili ikram ettim. Pestil içinde; bizler bu muşambayı çok severek yeriz diyip, yememle iyice şaşkına döndü. Neyse Bobo; sucuklar ağzında, iplerini de bir elinle balık oltası gibi çeke çeke hediyemi tatmış oldu. Artanını da akşam karısına vereceğini söyledi.
Bu arada Jeep’ le gezintimizden bahsederken bir gözlemimi size nakledeyim.
Genellikle Safari’ lere kediden, köpekten başlayıp, vahşi hayvanların ani saldırılarından korkan, ayrıca Afrika’ nın sıcaklığını bunaltıcı ve yorucu bulan, gözleri kuvvetli Afrika güneşine karşı hassas olan turistleri klimalı, siyaha yakın - bak yandaki resime - koyu renk camlı otobüslere bindirip güya Safari' ye çıkarıyorlar.
Bu durumda ilginç bir algılama ortaya çıkıyor, şöyleki;
Dışarıda; sıcaktan bunalmış bir Aslan, Timsah veya alnından göğsüne kadar ter akan bir Zürafa !, İçeride ise; buz gibi klimalı ortamda seyrettikleri çevreyi ve özellikle vahşi hayvanları olduklarından - bir iki ton koyu renkli olarak - anımsayacak Turistler.... Bu tip turistler acaba evlerine döndüklerinde Vahşi hayvanların nasıl tarif edecekler. Meselâ koyu gri olan Filler siyah, Zürafalar koyu kahve rengi, Zebra' ları da beyaz çizgisiz olarak mı, ayrıca
"Aslanlar bu soğukta nasıl yaşıyorlar" diye mi düşünecekler...
3 günlük Safari dönüşümüzde elimize "Wildlife Check List" notunu verip gezimiz süresince hangi vahşi hayvan veya kuşları gördüğümüzü not etmemizi istediler. Verilen Listede yanları bizler için boş bırakılmış tam 38 Vahşi hayvan ( Mammals ) ve 69 kuş çeşidi ve de 32 ağaç cinsi yazılıylı.
Bizim ekip bu kısa sayılabilecek Safari zamanı içinde 18 vahşi hayvan ve 9 kuş cinsi görebildi. En ilginci de 1,5- 2 metreye varan aşağıdaki resimde görülecek Termit- dev karınca yuvalarıydı. Yerdeki yükseklik onların kazıp dışarı attıkları toprak miktarını gösteriyordu.
Termit' lere karşı bungalow tipi ahşap evlerde son derece ciddi tedbirler alınıyor. Aksi halde evin temelinden yiyip kemirip, yıkılmasına vs. sebep oluyorlar.
Ayrıca çok ender rastlanan ufak başlı, kaplana benzeyen son derece hızlı "Çetta" ları da görmek nasib oldu. Zürafalarla Zebraların sürüler halinde çok iyi anlaştıklarına şahit olduk. Safari gezimizde gördüğümüz güzelliğin yanında bir de madalyonun diğer tarafı olduğunu öğrendik.
Mevzu Fil’ ler; Bunlar her ne kadar güzel olsalarda, kötü komşuluk yaparlarmış. Günde yedikleri 160 kiloya varan yemlerinin içinde özellikle köylülerin binbir meşgale ile yetiştirdikleri, şeker kamışları,muz, mısır, pirinç ve de ağaçlar varmış.
|
|
|
|
|
|
Ayrıca son yıllarda sayıları da o derece artmış ki, yaşadıkları Krüger Park alanı kafi gelmediğinden güneye doğru inmeye başlamışlar ve indikleri yeni yerlerde de ağaçları kurumasına sebep olmuşlar. Bu durumu bizler gözlerimizle bizzat yaşadık. Fil’ ler dişleri ile ağaçların dış kabuklarını parçalıyorlar. Dış kabukları parçalanmış ağaçlarda su alamadıklarından bir müddet sonra kuruyup ölüyor. Gördüğümüz birçok ağaçlar tamamen kurumuştu. Bu sebepten 1994 yılında mecburen helikopterlerle 400 Fil öldürülmüş. Tabiatıyla böylece de Fil dişi tüccarları veya Et konserve fabrikaları ve Deri çanta sanayii mükemmel iş yapmışlar. Siyah Afrikada tahminen 600.000 Büyükbaş hayvanın varlığı tahmin ediliyor ki bunun takriben 100.000’ ni Güney Afrika hudutları içindeymiş.
Safari dönüşü Johannisburg’ u kalan iki gün “Elite Taxis“ durağında tesadüfen rastladığım bulgar asıllı “ Komşu “ şoför Boris ile – orada ismi Bobby olmuş - etraflıca gezdim. Boris' in memleket hasretini de biraz olsun dindirmek için bir köftecide de atıştırdık. Laf arasında beyazların daha hala siyah ırktan kendilerini belirli bir şekilde ayırdıklarını ve de aşağı gördüklerinden dem vurdu. İlginçtir bütün dünyada gurbete gitmiş insanlar bir vesile ile kendilerine yakın hissettikleri birine rastlayınca çok memnun oluyorlar ve içlerini dökmeyi istiyorlar. Başka bir zaman bindiğim bir Siyahi takside, şoför radyodan yüksek sesle dinlediği Afro Jazz müziğini hemen kapatıp, bu müziği siz beğenmezsiniz dedi. Ben de aksine sesi tekrar açtırınca, karşıma pür neş’ eli konuşkan,gülen, neş’ eli bir yeni insan çıkıverdi.
Avrupa’ da Londra ile İstanbul arasında zaman zaman seyreden Orient Express veya Rusya’ da Moskova ile Leningrad arasında geceleri gidip gelen özel nostaljik yapıdaki trenler gibi, Güney Afrika Cumhuriyetinde de Spoornet tarafından
dar raylar üzerinde işletilen son derece lüks iki tren var. Biri “Rovos Train“ diğeri Johannesburg ile Cap Town arasında işleyen“Blue Train“. Blue Train’ de tek kişilik kabinler dışında, banyolu ve barlı, her türlü konforu haiz süitler de bulunuyor.
Tabiatıyla bu tip kabinlerin rezervasyonları aylarca önce yapılıyor. Evvelden acenteden rezerve ettirdiğim ve Johannisburg’ dan Cap Town’ a takriben 24 saatlik yolculuk yapacağım “Blue Train“ Elmas madeninin bulunduğu “ Kimberly “ de de 2 saatlik bir duruş yapıyordu. Johannesburg’ un garından sabah 09:50’ de hareket ettik. Saatte tahminen ortalama 50- 60 km hız ile 5 saat sonra Kimberly – Elmas şehrine vardık.
Kimberly: Johannesburg ile Cap Town arasında bir şehir. 1867 yılında Kimberly’ de ilk Elmas Madeni bulunmuş ve birkaç sene içinde de 30.000 kişi o çevreye göç etmiş.
O zamanlar Elmas bulma ve çıkarma uğruna Kimberly’ de insan eliyle kazılmış dünyanın en büyük ve derin Maden çukuru açılmış.
Bu delik 473 metre çapında ve 800 metre derinlikte. 1889 da kazılmaya başlanıp 1914’ te kapanan madenden arta kalan bu çukurdan Elmas bulma uğruna 20 milyon ton toprak ve kaya parçaları çıkartılmış ve 2700 kg Elmas elde edilmiş. Balkon tarzında döşenmiş çevresinden aşağıyı hayretle seyrettik.
Ayrıca taa 1914 yıllarından kalan zenginliğin
göstergesi otomobil, tesisler, klübeler, salonlar, barlar, vs. otantik olarak karşınızda duruyor ve gezebiliyorsunuz.
En sonda da elimiz boş dönmeyelim diye, bir kova dolusu – güya – "The big Hole" den çıkarılmış taş kırıntılarını verdiler.
|
|
|
Kovayı masaya boşaltarak, pirinçten taş ayıklar gibi, birazıcık parıltılı bir elmas' cık (Kimberlit) bulmaya koyulduk.
Bu durum bana Lotto’ da 6’ yı bulabilme umudundan uzak göründü. Şansıma küsüp kovadan ayrıldım.
Trenimiz Kimberly’ de 2 saat kadar kaldıktan sonra Cap Town’ a doğru yola koyuldu.
Trende “Five O’ ClockTee“ limonlu çayımızı ve meyvalı - a la English Cake – imizi snob bir havada tadıp, yolcularla karşılıklı boş çıkan Elmas kovalarımız hakkında dertleştik. Tren ortamının şık olduğunu önceden bildiğimden, ben de biraz özenli giyinmiştim. Ne de olsa böyle yerlerde “ye kürküm ye“ faydalı oluyordu.
Akşam yemeğinde, yalnız olduğum için bana tek kişilik bir masa ayırmışlardı. İkram edilen Güney Afrika beyaz şarabını yudumlayıp, bir masa arkadaşı bulmak düşüncesiyle yemek servisi gelene kadar, yerimden kalkıp vagon restoranı boylu boyunca tetkik etmeye başladım. Baktım ilerde bir masada tek başına bir hanım oturuyordu...
İnsan; birçok kültürlerin mirascısı Türk ve İstanbul’ lu olup, üstelikte seyahatlerde çevresine değer verip dikkatlice gözlemişse, karşılaştığı kişilerin hangi milletten olduğunu az çok kestirebiliyor.
Mesela; şayet herhangi bir plajda iç fanilalı veya gömleğinde "Hawai" gibi resimli ismi yazılı, altında gri bol gelen pantolon, gene fare renginde burnu, yanı, arkası - rahat havalansın diye - açık sandalet ayakkabı ve içinde de
- ılık suda çok kolaylıkla yıkanabilen - siyah veya gri kısa nylon kısa soket çorap giymiş bir kişiye rastlarsanız, konuşmasına, sosis ile patates kızartması veya bira yiyip içmesine gerek kalmadan büyük olasılıkla Alman olduğunu düşünebilirsiniz.
|
|
|
|
|
|
Gene turistik bölgelerdeki rasgele bir restoranda önünde güzel et veya balık, yanında şarabı ve ekmeği olan, fiata pek bakmayan ve devamlı konuşan kişiler – ister hanım ister bey olsun, büyük ihtimalle Fransızdır.
Şayet bir restoranda öğle vakti bir kişinin önünde saatlerce bitmeyen, köpüğü sönmüş, ısınmış bira benzeri kat' iyyen pahalı olmayan bir içki veya ufak bardak çay duruyorsa, bu kişinin İngiliz olduğu düşünülebilinir.
Son olarak, restoranda sade ama şık giyimli bir grup hep beraber aynı anda konuşurlarken önlerinde bulunan spagetti veya pizza ve kırmızı şarap bardağını aniden bir kenara itip, sağdan soldan geçen – hoş kızlara – yiyecekmiş gibi bakmayıp, gülümsüyor ve çekinmeden bol komplimanlı laf atıyorlarsa, onlar büyük ihtimalle İtalyandır.
Evet dönelim Blue Train’ deki masada yalnız oturan hanıma...
Almanya’ da tahsil zamanında uzun müddet kaldığımdan olacak; trende gerek oturuşundan, gerek önündeki beyaz şaraptan ve yemek gelene kadarki boş zamanını kitaba vermiş göründüğünden, Alman olduğundan hiç şüphem yoktu.
Yanına gidip Alman usulü, emir verir gibi “iyi akşamlar..- guten abend...
ben de ilerde yalnız oturuyorum, müsaadenizle size refakat edebilir miyim“ cümlemi tamamlar tamamlamaz “Bitte schön“ ile okeylendim ve karargâh masasına oturur havada karşısına yerleştim.
Lâfı daha fazla uzatmayayım. Tanıştığım hanım çıka çıka benim Almanya’ da Krefeld’ de tahsildeyken aynı sınıfta arkadaş olduğum Yunanlı Alexi’ nin alman eşinin kız kardeşi çıktı. Böylece Krefeld maceralarıyla süslenen hoş sohbetli bir tren yolculuğunu beraberce geride bırakmış olduk.
|
|
|
|
|
|
Ertesi sabah tren Cap Town’ a doğru yol alırken, sağ tarafta Güney Afrikanın dünyaca meşhur Üzüm bağlarını mimar elinden çıkmış gibi hizalanmış olarak neredeyse 45 dakika boyunca seyrettim ve bağlar gezisini de programıma dahil ettim.
Cap Town’ yaklaştıkça, şehirin görüntüsü
güzelleşti. Cap Town masaya benzeyen bir yüksek platonun yamacında kurulmuş.
Trenimiz nisbeten erken saatte süzüle süzüle Cap Town’ a girdi.
Cap Town, bizim Bursa gibi sırtını 1087 metre yükselikte dağa dayanmış çok güzel sahil şehri. Şehirin özelliği Atlantik Okyanusu ile Hint Okyanusunun birleştiği bir yerde olması.
Rengarenk dükkan ve mağazalar, nostaljik ve modern mimari, San Fransisco’ daki Fisherman’ s Warf’ u andıran deniz mahsulleri lokalleri, enternasyonal mutfaklarla, Afrika’ ya özel taşlar, takılar, oyma tahta bebekler vs. ile dolup taşan "Waterfront" ta beyazı siyahı hep beraber ve son derece medeni bir ortamda günlük yaşantılarını sürdürüyorlar.
Galeri kafelerde bir köşede bir "Black" piyanosunla New York' u hatırlatan Jazz parçaları çalmakta.
Dışarda açık pazarlarda her şey ve özellliklede el işleri mamulleri satılıyor. Batik– Balmumu baskısı yastıklardan ayrıca el baskısı masa örtüleri aldım.
Cap Town’ a geldiğimin ertesi günü tur ile Okyanusların birleştiği güneye 62 km uzaklıktaki yarım ada “Cap Point“ a doğru yola çıktık.
Orada bizleri denize doğru uzanan iki uç
bekliyordu. “Cape of good Hope“ (Ümit burnu) ve yakınında, biraz yukarıda “Cape Point“.
Bu iki yer 7800 hektarlık milli park alanı içindeydi. Etrafta uzaktan bir çok hayvanlar gözleniyordu. Ancak komik olan, yolunuzun önüne fındık, fıstık emsali yemler alıp kapmak için yere yatarak veya otomobilinizin kaportasına zıplayıp oturan maymunları ne yaparsanız yapın bir türlü uzaklaştıramıyorsunuz.
Çevrede ayrıca dünyaca tanınan enfes "Protea" lar açmıştı.
Nihayet keyifli bir yolculuktan sonra Cap’ a vardık.
Buradan sonra iş bacaklarımıza düştü.
Ben dişli tren yerine, bulunduğum yerden 90
metre, deniz seviyesinden 250 metre yükseklikteki Deniz Fenerine 120 basamaklı merdivenlerden çıkmayı "Cape Courtesy" deki Guide’ ımız Sue Reader tavsiyesi üzerine tercih ettim. Yukarıdaki manzara heyecan vericiydi. Zira aynı anda hen Hint hem de Atlantik Okyanusunu görebiliyordunuz.
Sonradan aşağıya inip sahile yakın yerde, ismini
vermiş olan “Cape of good Hope“ tabelasının önünde, sağıma soluma japon bir turist gelmeden çarçabuk resmimi çektirebildim.
Cap Town’ da çarşı içinde gezerken bir takı dükkanı gördüm.
Eşimin takı yapma merakından dolayı, birşeyler öğrenirim düşüncesiyle içeri girdim.
Burası Alman Gemmologe Peter von Palace' a ait Elmas işleme atölyesiydi.
Eşimim takı san’ atı merakından bahsettim. Ortaya müşterek bir konu çıkınca onlarda samimi bir ortamda nasıl çalıştıkları hakkında gösterili
açıklamalarda bulundular.
Ayrılırken de Cap Town’ da en iyi alman sosisi ve birası bulabileceğim lokantanın adresini vermeyi de ihmal etmediler.
|
|
|
|
|
|
Latince ismi: "Struthio camelus". Devekuşu çiftliğini de gittim, gördüm. İlginç olan yanı: Ne uçar, ne yüzer, ve ne de öter..ancak dünyanın en ağır ve en büyük kuşudur. 3 saat süresince durmadan koştuğu sürat ortalama 85 km/saat. Tek yumurtası 24 tavuk yumurtasına tekabül ediyor. İnsanlara sakince yaklaşıp, ayrıca kursağı, dişi olmadığı için sert olan birçok şeyi de – taş parçaları, ziyaretçi turist güneş gözlükleri, çocuk patikleri, küpeler vs. yi yutup midesinde öğütüyormuş. Boyları 3 metreye varan ve de 3 kilometreye kadar keskin görüş alanı olan Devekuşu Monogam yani tek eşli bir yaratık olarak bilinmesine rağmen - kat’ iyyen dedikodu değil - dişisi Polıgam hayatı yaşayıp, Televole kameralarından uzak geceleri gezmeye çıkar, erkeği ise kuluçka gibi yatarmış.
Çiftliği gezerken isterseniz, merdivenle birkaç basamak çıkıp sizi Devekuşu’ nun üzerine at’ a biner gibi bindirip gezdiriyorlar. İlk anda kendinizi Rodeo üzerinde zannediyorsunuz ama, sonradan yumuşacık tüylerinin üzerinde rahatlayınca, insanı bir uykudur bastırıyor.
Devekuşu yumurtaları çarşı pazarda hem taze, hem içi boş ama dışı süslenmiş olarak satılıyor. Güney Afrikaya özel Devekuşunu bu derece yakından tanımışken, bir hususta o’ na haksızlık yapıldığını da öğrendim.
Çöl ağırlıklı yaşama alanında yiyeceklerini mecburen kum altında aradığından başını kuma gömermiş, yoksa kendini saklamak için değil. Böyle yapmasında aç mı kalsın ? Bu bilgiyide bakıcısından aldım.
Güney Afrika’ nın şaraplarının dünyaca meşhur olduğunu duymuştum. Bir de yukarıda belirttiğim gibi Cap Town’ a trenle yaklaşırken kilometrelerce uzayan düzgün ve son derece bakımlı bağları görünce, fırsatını bulup çok tanınmış bir şarap bölgesi olan "Stellenbosch" a bir tur aldım.
Hafif yağmur çiseleyen bir havada, bağları gezdik. Sonra şarap mahsenine girerek bizlere ikram edilen 8 değişik beyaz ve kırmızı şarapları -kitaba uygun olarak- kadehte ilk önce nazikçe koklayıp bir an yukarı bakıp düşünerek, sonra kadehi çok hafif hareket ettirip şarabın kadeh çevresinde bıraktığı izlere pür dikkat bakarak, arkasından bir yudum alıp yutmadan dilimizle gargara yapar gibi biraz hareket ettirip tekrar karşımızdaki boş bir duvara bakıp düşünerek, sonra da damağımıza şarabın verdiği tadı anlamaya çalışarak ve son olarak ta ağızda bekletilmekten bıkmış, aroması nihayet kendimizce belirlenmiş yudumu yutup rahatladık.
Önümüze konmuş olan şarap değerlendirme tablolarına hakikaten iyi notlar verip, sallana sallana bağ evinden ayrıldık. Test yaptığımız şaraplar:Cabernet Sauvignon, Sauvignon Blanc , Chardonnay Reserve, Pinot Noir vs.
Maalesef bu renkli ve güzel şehirden ertesi sabah ayrılma zamanım gelmişti. Johannesburg’ a dönüşümü uçakla yapacaktım. Ancak Hava alanında bazı aksilikler olmuş ve uçakların rötarlı kalkacağı anons edildi.
Sabırla bekleyen derviş çok renkli muradına ermiş misali, uçağımız değiştirildi ve bana tesadüfen şanslı olarak Güney Afrika’ nın Olimpiyat ekibini taşıyan uçak rastgeldi. Pistte gördüğüm zaman şaşırdım. Tam Afrika’ ya uygun rengarenk bir uçaktı. Serviste mükemmeldi, Economy uçmama rağmen tüm yolculara first klas servis yapıldı ve Stellenbosch’ ta ikram etmedikleri şampanyaları içmek burada kısmet oldu.
|
|
|
|
|
|
Johannesburg’ da gezip görülecek yerlerden biri de "Gold Reef City" idi.
Şehirin 7 km güneyindeki bu 3000 metre derinlikteki Altın Madeninden 100 senelik kazı çalışmalarında takriben 1,4 milyon kilo Altın çıkarılmış.
Burası bilgesi vardı. Burada sizi tam bir madenci gibi giydirip kuşatıp 14 şaft numaralı bölüme madenci asansörünle 200 metre aşağıya indiriyorlar.
Orada ellerinde uzun darbeli deliciler ile siyahlar - gösteri mahiyetinde - Altın çıkarma uğraşıları veriyorlar.
Ben de müsaade alarak kayalara bir iki darbe vurdum ama, burada da Kimberly’ de olduğu gibi, değerli maden bulma hususunda şansım yaver gitmedi. Ancak çıkışta, altın tozu konmuş bir küçük tüp hediye ettiler.
Gayet büyük bir eğlence parkı olan çevrede restoranlar, sirkler, el san’ atları dükkanları, tiyatro ve de caddeleri süpüren ekip vs. var.
Akşam üstü sürpriz bir gösteri yapıldı.
Bir Zulu dans ekibi günlük yaşantılarını bizlere göstermek istiyorlardı.
İlk önce "Zulu" nedir, kimlerdir ona bakalım.
Zulu’ ların 900 yıllık bir geçmişleri varmış. Phe Zulu ailesi turizmin gelişmesine ayak uydurmak ve de yaşantı tradisyonlarını sergileyip düşmanlarına nasıl saldırdıklarını, oklarını nasıl kullandıklarını, kendilerini vahşi hayvanlara karşı nasıl koruduklarını ve düğün merasimlerini son derece renkli ve sesli olarak sergilediler.
Gösteriye çok yakın olduğumdan; sona erince - cebimde hazır yazılı bulunan “Zulu“ ca birkaç kelimeyle ilk önce Başbuğ’ a yaklaşıp:
"Ngiyabonga kakhulu" (çok teşekkür ederiz) dedim.
Bu uzun konuşmamdan sonra sohbet sırası “Zulu“ lu güzele gelmişti:
“Sawubona“ (hallo) ve sonra “ungubani igamalakho“ (isminiz ?) diye sordum
Cevap: Nomsa Cynthia
Nomsa herhalde “Zulu“ ca sohbetimden çok etkilenmiş olacak ki beraber resmimizin çekilmesine itiraz etmedi.
Ayrılırken de çok dikkatli heceliyerek: "ngiyathokoza ukukwazi.....ngiyabonga kakhulu.....Sobonana Futhi" (sizi tanıdığıma memnunum.... teşekkür ederim... inşallah yakında tekrar görüşürüz) temennisiyle Zulu’ lu sahne yaşantımı sona erdirdim.
Güzel geçen Güney Afrika gezimi sona erdirmeden, istemeye istemeye bir yere daha günü birliğine tur alarak gittim. Buranın ismi
"Sun City" idi.
Niye istemedim. Çünkü burası bir yer altı "Las Vegas" ı idi. Benim kağıt ve kumarla hiç alakam olmadığından, ayrıca gene önceden resimlerden gördüğüm kadar, çölün ortasında alçı veya betondan yapılmış Fil, Kaplan vs. heykellerini görmek bana çok garip geliyordu.
Ancak İstanbul’ a döndüğümde, sorduklarında
"hayır Sun City" i görmedim desem, karşılığında ayol sen hiç bir şey görmemişin suçlamasıyla karşılaşacağımı bildiğimden, kıydım 4 saatlik çöl yolunu göze alıp (Vene Vidi Vicci) "Gittim, Gördüm fakat Slot makinelerini yenemedim" ... Dağın altına oyup yarattıkları muazzam kumarhane hakikaten görmeğe değermiş. Bana göre “Kitsch“ denilen tarzda amma, mini Las Vegas denilebilir.
Dış alanda muhteşem oteller, sun’ i "Yağmur Ormanları" Dev dalgalı havuzlar, Golf sahaları, vs.vs..... Söylenildiğine göre günde 25.000 ziyaretçisi varmış.
Resimde; tahminimce önceleri zenginken, kumar sonu ayağınla beraber fakir düşmüş bir siyahinin, orman içindeki yanlızlığının ifadesi ibret için sergileniyor!...
|
|
|
|
|
|
Güney Afrika seyahatim 12 gün sürdü.
Ayrılmadan önce bu gezimi hazırlayan “Mrs. Laura Driol" u evinde ziyaretle kucağındaki yeni doğmuş bebeğinle yardımları için çok teşekkür edip bahçesindeki güzelim mor çiçekli
"Jakaranda" lara da veda edip ayrıldım.
Güney Afrika’ yı hakikaten her yönüyle gezmek ve tanımak isteniyorsanız temin ederim ne 1 hafta, ne 4 hafta ve ne de 8 hafta yeter. Her yönüyle son derece zengin bir ülke. Ben bu kısa seyahat süresinde, bulunduğum rengarenk insan ve doğa kovanından ancak bir parmak bal alabildim...
Darısı sizlerin başına...
Bonus:
http://www.atayolular.com/menu/rio-de-janeiro.html
http://www.atayolular.com/menu/salvador-da-bahia.html
http://www.atayolular.com/menu/manaus-rain-forest.html
Not:
İstanbul' a dönüşümün ilk günü, Nişantaşındaki açık garajın yakınında avını bekleyen başıboş bir köpek aniden saldırıp pantolonumu parçaladı !!!.
|
|
|
|
|
|
|