|
|
Devamla Müzeleri, Planetarium’ u, Kraliyet mangasının nöbet değişimini ve de meşhur Carlsberg Bira Fabrikasını gezdik, gördük, birayı tattık.
Özellikle Danimarka’ nın İç ve Dış Dekorasyon mimarisinin dünyaca neden ün yaptığını, bu eserleri her yerde, hemen her vitrinde gördüğümüzde anlıyorduk.
Müzik dünyasında da özellikle dizayn bakımından ün yapmış Bong & Olufsen’ unda merkezi burasıydı.
Kopenhagen' da üç gün kaldıktan sonra takriben 80 km kuzeye yönelerek bizi Feribot ile İsveç’ e yönlendirecek Helsingör şehrine dolayısıyla limanına geldik.
Ben bir acele yakındaki kumsala koşup kendimi bir hayli soğuk denize atıverdim.
Bulunduğum kumsaldan karşı tarafta İsveç’ in Helsingborg şehri - Karaköy – Kadıköy misali - görünüyordu. Feribotla İsveç’ in Helsingborg şehrine takriben yarım saatte eriştik.
Helsingborg o zamanlar çok tatlı bir ufak bir şehirdi. Hemen kendimize uygun bir otel seçip yerleştik ve ben doğruca telefon kabinine koştum. Neden mi? Çünkü; birkaç sene önce Avusturya’ da ki kayak bölgesi Vorarlberg’ deki Bludenz şehrinde büyük bir tekstil fabrikasında staj yaparken, hafta içi günde tam on saatlik mesainin arkasından hafta sonları mükemmel kayak kayan mühendislerle St.Anton, St. Christoph, Zürs, Lech, Montafon, Valuga, Davos, Aroza, Wildhaus, Brand, Obergurgel vs. gibi kayak bölgelerine gidip, günü birlik kayak kayıyorduk...
|
|
|
|
|
|
Birgün St. Anton’ da kayak kayarken bir çarpışma neticesi karlar üzerinde Helsingborg’ lu Gunilla ile mecburen tanıştım. Ayağa kalkabildiğimizde karşılıklı özürlerden sonra adres teatisi yapıldı...ve işte şimdi de Gunilla telefonda karşımdaydı. Ailesiyle beraber bizleri evlerinde karşıladılar. Mükemmel yeşillikler içinde bir ev.
İçerden hemen hemen birçok İskandinav evlerinden duyulduğu gibi ağır – Grieg, Sibelius, Bartok, Prokofieff - misali klâsik müzik sesi geliyordu. Enfes ve zevkli klâsik tarzda döşenmiş evlerinde annesinin kısa bir piyano resitalinden ve çaylı hoş sohbetten sonra – Helsingborg’ un bir numaralı sporu dünyaca meşhur Golf sahalarını gezdirdiler. Gunilla’ nın verdiği Golf sopasıyla deneme vuruşumda, az kalsın programımdaki Lapon gezimize, sol ayak baş parmaksız gitmek gerekecekti. O zamanlar Gunilla’ nın İsveç gençler Golf şampiyonu olduğunu masa üzerinde duran Golf Dergisinin baş sayfasındaki resmini görünce anladım. Verdiği bu dergiyi ne yazık ki arşivimde bulamadım.
Temmuz ay’ ı İsveç’ te hem günlerin uzun olduğu hem de Istakoz ve Karides vs. gibi deniz mahsullerinin muhtelif vesilelerle ve eğlencelerle kutlandığı bir zamana rastlıyordu. Tabiatıyla - kolesterin değerlerini aklıma getirmeden kuzey denizinin tadını almaya çalıştım.
Helsingborg’da bütün İsveçte olduğu gibi güzel, bronz tenli, boyu bosu yerinde bir ırkla karşı karşıyasınız. Boy bakımından ne derece fakir olduğumuzu otobüse bindiğimde anladım. İstanbul’ da şöyle bir otobüse bindiğimde, en arkada olsam bile öndeki şoförü rahatlıkla seçebiliyor, burada ise bulunduğum ortamda, kısıtlı görüş açımdan dolayı yanlızca yanımdakilerin yakalarını görebiliyordum.
İsveçte, iklim veya gıdadan olacak, genelde halkın çürük diş problemi varmış. Bu sebepten en yoğun ve zengin meslek Dişçilikmiş. Ancak dişlerimin sağlam ve eksiksiz olmasından dolayı, Gunilla’ nın Diş doktoru babasından yardım istemek gerekmedi.
|
|
|
|
|
|
İki gün bu sempatik liman şehrinde kaldıktan sonra, Opel ile İsveç trafik kaidesine uyarak sol şeridi gidiş olarak kullanarak Stokholm’ e doğru yola koyulduk. Yolumuz güneyden, İsveç’ in ortasından, sırasıyla Jonköping, Linköping, Norrköping üzerinden Stokholm’ a gidiyordu. Bu arada Jonköping’ de bir Cumartesi günü konakladık ve gündüz çevreyi gezdik.
Akşan vakti de, İsveç' in hemen hemen her köy ve kasabasında bulunan büyükçe bir panayır alanına geldik. Ortalıkta her türlü eğlence ve yiyecek büfelerinden başka bir de yerden takriben bir metre yükseklikle kurulmuş ve 7-8 metre çapında bir dans pisti vardı. Buradaki podyuma birkaç basamak merdivenle çıkarak dans pistine erişiyordunuz. Girişin üzerinde ışıklı bir panoda birazdan hangi tür müzik çalınacağı yazılıydı. Bu ya Tango ya Vals ya Foxtrot veya Rumba vs. oluyordu. Eh güzel ama, damı nereden ve nasıl bulacaktık? Onu da etrafa bakarak öğrendik..
Pistin çevresinde duran gençler arasında gözünüze hoş görünen veya beğendiğiniz veya bizim Televolelerde adet olduğu vechile şappadak aşık olduğunuz!! bir kıza sağ elinizi biraz yukarı kaldırıp, güleryüzle işaret parmağınızla gelir misiniz işareti yaptığınızda dans için buluşma yeri merdivenin başında oluşuveriyordu. Bir şey daha o zamanlar çok dikkat çekiciydi. Her tür dans takriben beş dakika sürüyordu. Meselâ Tango etmişseniz, bir daha Tango dans etmek için tabelâda sıra ile Tango’ nun tekrar gelmesini bekliyordunuz. Her dans için kasaya muayyen bir para ödeniyordu. Orada Avrupa usulü ödenen dans parası kat' iyyetle paylaşılırken, ben görgümüz icabı, değil tek dansı, diğer gelecekleri de peşinen kapatma çabasındaydım.
Panayıra gelen hanımlar veya genç kızlar rengârenk şık uzun elbiseler ve gene renkli eldivenlerle ortamı süslüyorlardı. İsveç’ in hayat standartını gösteren canlı bir resimdi.
|
|
|
M O L A......
Seyahatnamemi buraya kadar okuyup geldiğiniz için teşekkür ederim.
Ancak eminim ki, uzun süren vücut hareketsizliğinizden dolayı ihtimalen göğüs ve ayaklarınızda, tıpkı uzun uçak yolculuğunda olduğu gibi rahatsızlıklar belirmiştir..
Yazımı okumaya devam etmeden önce tavsiye edeceğim aşağıdaki egzersizleri 5 dakika süreyle yaparsanız yazımın sonunda masanızdan dinlenmiş ve huzurla kalkacağınızdan eminim.
Saygılarımla
|
|
|
|
|
|
....Seyahatimize devam....
Stokholm' e doğru yol alırken ormanlar içindeki köylerde genellikle tek katlı ahşap bordo renkli evlerin ekserisinin bahçelerindeki İsveç bayrakları çekilmiş bayrak direkleri hoş bir görüntü veriyordu. Saunalar evlerin demir başları sayılıyordu.
Neyse Stokholm’ e çok keyifli vardık. Zira yol boyunca, refahı olan, temiz, renkli, güzel insan ve ortamlardan geçmiştik.
Stokholm’ de otel bulmak zor olmadı. Biz - Stokholm’ ün simgesi olmuş - ve o zamanlar genellikle talebelerin tercih ettiği, iç limana bağlı, parlamentonun karşısında sahile demirli 100 senelik Gemi’ de konakladık.
Sabahları İsveç’ in “ Smörgasbord “ isimli son derece çeşitli Kahvaltısı açık büfe olarak veriliyordu. Ana yemekler ise genellikle Av eti ve Kuzey Denizi balıkları ve kabuklu deniz mahsullerinden oluşuyordu.
O zamanlar içkiyi ortalıkta içmek kat’ iyyetle yasaktı . Almak istendiğinde de ateş pahasıydı.
Hiç unutmam, ortalıkta içen görünmezken , yer altı geçitlerinde sanki ayak üstü kaçak meyhaneler kurulmuştu. İçilen genelde Alkolü % 40-45 olan Aquavit veya emsalleriydi. Yani insanı - çok içildiğinde - ani deviren cinsten.
Dik duran insan görmek zordu. Ne yapsalardı ki: yanlızca 2 bardak diktiklerini farzetsek bile: 45 + 45 = 90 derece alkol almış oluyorlardı...gibiydi!!
Stokholm’ un nüfusu o zamanlar takriben 1 milyondu. 14 ada üzerine kurulmuş çok şık görüntü veren şık bir şehirdi .
Şehirin 1/3’ i yeşil alandan oluşuyordu. Yabancı işçi akını daha başlamamıştı. Dolayısıyla şehire sarı renk hakimdi.
İlk önce otobüsle bir şehir turu alıp, başta müzeleri ve çevreyi tanıdık. Müzelerden en ilginçi “ Historiska Museet “ idi. Taa taş devrinden Wikinglere kadar tarih önümüzdeydi. Bu vesileyle de bize Alfred Nobel’ in hayatını ezberlettiler.
|
|
|
|
|
|
" Alfred Nobel "
Kısaca Hayatı:
1833’ de Stokholm’ de doğan Alfred Nobel 1843’ ten 1850’ ye kadar babasının Rusya’ da St.Petersburg’ daki makine fabrikasında çalışıp, ayrıca özel Kimya dersleri alıyor. Bu bilgisini sonradan 1850' de gittiği Paris’ te daha da geliştirip tekrar St.Petersburg’ a dönüyor. 1859 tarihinden itibaren patlayıcı maddeler ve bu arada nitrogliserin kullanımında emniyeti içeren birçok çalışmalar yapıyor.
Ancak 1864' te kontrolünden kaçan bir denemede fabrikada büyük bir patlama oluyor. Neticede fabrikası büyük zarar görüyor ve kardeşini dört işçiyle beraber kaybediyor. Bu defa 1865' te yeniden onarılmıs atelyelerini büyüterek dünyanın ilk Nitrogliserin fabrikasını kurmuş oluyor. Sonradan patlayıcı maddeler çalışmalarını daha da geliştirmek için 1873' te Paris' e gidiyor. 1891 senesinden itibaren de İtalya’ nın San Remo şehrinde araştırmalarını sürdürüyor.
Alfred Nobel Dinamit satışından muazzam para kazanıyor. Vasiyetinde kazandığı paranın kurulacak “ Nobel – Fon " nuna devredilmesini istiyor. Öldüğü 10 Aralık 1901 tarihinden itibaren de " Nobel Mükâfatı " dünyaya sağlığı, sulhu ve refahı getirecek çalışmalar yapmış kişilere veriliyor.
Evet; Stokholm’ de geçen dört günümüzden sonra hedef Lapon görmekti. Yolumuz Stockholm , Uppsala, oradan kuzeye Sunswall ve batıya dönerek Norveç hududuna yakın bulunan Lapon kasabası “ Are “ idi.
Uppsala; İsveçin en tanınmış Üniversite şehriydi. Orada bir gün kaldığımızda, gene benim Avusturyada tanıştığım ve yukarıda bahsettiğim Gunilla’ nın kız arkadaşı Stina’ ya telefon edip, randevulaşıp beraberce Üniversiteyi gezme fırsatı doğdu.
|
|
|
|
|
|
Ertesi günü otomobille yola koyulduk. Dediğim gibi hedef İsveç’ in ortasında ve Norveç hududuna yakın “ Jâmtslands Lân “ bölgesindeki küçük Lapon kasabası “ Are “ idi.
Yolculuğumuz süresince arabayı ben kullanıyordum. O zamanlar yollar bu bölgelerde daha gelişmemişti. Ayrıca çok dikkatli kullanmak gerekiyordu. Zira en çok çarpışma kazası yoldan geçen bir geyikle oluyordu. Bu sebepten sık sık " Geyikli Trafik " işaretleri dikilmişti
Gittikçe yol bozuldu ve “ Are “ ye takriben onbeş kilometre kala o beğenmediğimiz bozuk yol da bir köyde bitti. Bu durumu bize önceden söylemişlerdi. Yadırgamamıştım; zira bizde de gezerken çok kere yolların ani bitişini yaşayıp büyümüştüm. Yolumuza yaya olarak, elde topografik harita ile devam ettik.
Çevremizi kaplayan ormanlar arasından, şelalelerden ve de sahilini takip ettiğimiz “ İndanlâlven “ nehri boyunca yorucu ama zevkli bir yürüyüşe koyulduk.
Yanımda Günter gibi bir Alman olduğundan, beraber seyahat etmek insanı çok rahat ettiriyordu. Zira sızlanmıyor, zırt pırt susamıyor, olmadık şeylerden şikâyet etmiyor ve yorulmuyordu. Ayrıca alışkanlık haline gelmiş olan, seyahat süresince illâ yakın çevrede alış veriş yapacak dükkân veya Akmerkez tarzı mağaza arama huyu da yoktu. Moskova’ ya yürür gibi her hususta kararlı ve hazırlıklı yola çıkmıştı.
Fermuarlı (anti hırsız garantili) ceplerinde değerli parası, göğüs çantasında (geçmişte kat' iyyen SS- olmadığını ispatlıyan) hüviyeti, golf pantolonunun kemerinde asılı dallı budaklı çakı ve ufacık bir torbanın içinde katlanan çatal, bıçak ve kaşık - tabii bir kişilik! - ayrıca mutlaka bir harita, kalem, kalemtraş, el ve ayağa uygun tırnak makası, pusula, yöreyle ilgili tarih kitabı ve de en mühimi yanlızca kendine açlık hissettirmeyecek kadar 2 adet eni boyu standart genişlikte taa fabrikasından kesilmiş çavdar ekmeği dilimi arasında aynı standart ölçüye göre kesilmiş köy peyniri ve ayrıca gene yalnızca kendine yetecek kadar matarada suyu ve bir türlü bitiremediği 2 sarı elması vardı.
Ben de teçhizatımla ondan aşağı kalmamıştım. Boşuna tahsile Almanya’ ya gitmemiştim ya..Tekstilden başka da çok şeyler öğrenmiştim. Yanlızca bir hususta ondan daha ileriydim. O da ekseri taksilerimizde bulunduğu gibi yanımda her yerde, her şartta işe yarayan!!! bir tornavida vardı. Tek bir tornavida ile özellikle otolarda her arızanın tamiri yapılabileceğini şoförlerimizde görmüş, yaşamıştım. Ayrıca zor durumlarda tehlikelere karşı kendini koruma aracı olarak ta kullanılabiliyordu!!.
Neyse arabayı mecburen son durağımıza bıraktık ve dağ tepe, dere boyu yürüyüşe koyulduk. Koşma telâşımız yoktu. Zira yaz ay’ ı olduğundan ve de 60’ ıncı Kuzey enlemine yakın olduğumuzdan, güneş battı batmadı durumundaydı. Yani havanın kararma ihtimali azdı.
|
|
|
|
|
|
Yol boyunca seyrek olsa da karşılaştığımız ve tiplerinden Lapon oldukları şüphe götürmeyen yayalardan ikram olarak kurutulmuş kavurma Geyik et parçalarını “ tak tak “ diye teşekkür ederek alıyor ve arkamızı tekrar tekrar dönüp el sallayıp, elimizdeki Geyik artığını aslanlar gibi parçalıyorduk.
Çok yorucu ama tabiatın güzelliği içinde geçen keyifli bir beş saatlik arazi yürüyüşü oldu. Neticede akşam üstüne doğru “ Are “ köyüne vardık.
Bu vesileyle sizlere kısaca Laponları tanıtayım: Doğa ile özdeş yaşayan Laponların İskandinavya, Finlandiya ve Kola Yarım adasının kuzey kısımlarındaki ismi “ Sami “ dir. Sami’ ler geçimlerini iç sularda, nehirlerde veya Fiyord’ larda balık tutarak veya dağlı alanlarda avcılık, Ren Geyiği besiciliği ile sağlıyorlarmış. Çoğu kez en yaşlı kadın veya erkek liderliği yaşamlarına yön verirmiş. Grup lideri ne zaman nereye göç edileceğini, kimin hangi göllerde balık tutacağını belirlermiş.
Biz Are’ ye vardığımızda ortalıkta kimse görünmüyordu. Sonradan öğrendik ki, erkekler balık tutmaya gitmişler. Köy hanımlara kalmıştı. Ancak birkaç düzgün evin dışında, otlardan, yapraklardan, kuru dallardan yapılmış, meşhur klâsik Kızılay Deprem Çadırı şeklinde özellikle su ve hava geçirgenliği olan barınaklar vardı. Yakınımızdaki bir evin kapısını tıklattık. Yöresel kıyafetler içinde bir aile karşıladı. Bugün bile onlarla nasıl anlaştığımızı, onları burada iki gün kalmak için nasıl ikna ettiğimizi düşünür dururum.
Evin genç kızı bizi yatacağımız süit barakaya götürdü. Resimde de görüleceği vechile barınağın kaç yıldızlı olduğunu ilk görüşte kestirmek zordu.
Yalnız bir noktada dikkatinizi çekmek isterim. Oralara gittiğimiz yıl 1958. Orta veya kuzey İsveçte - yani Laponların çoğunlukta olduğu bölgelerde - şimdiki gibi ne sanayi ve ne enerji santralleri mevcuttu. Çevre bütün tabii güzeliğini koruyordu. Turizm ve kış sporları da bugün gibi tekâmül etmediğinden, geniş uçsuz bucaksız alanlar bizlerin gözleri önündeydi. Bugün bu tabii güzelliğin azaldığını okuyorum.
Tam kararamayan akşam vakti, Lapon anne bizi otelimizden!! evine davet etti. Çay misali, bol alkollü bir içki ve kekler ikram ederek alaca aydınlıktaki gece uykumuza bizi yolcu etti.
|
|
|
|
|
|
Uykumuzun yarı derinliğinde sinek, sivrisinek ve yerden havalanamayan böcekler tıpkı bizdeki gibi orada da yanımızdaydılar. Bu mevzuda hazırlıklı gelmediğimiz için, haşaratı kendi keyiflerine bırakmak mecburiyetinde kaldık.
Ertesi sabah İsveç’ in meşhur kahvaltısı “ Smörgasbord “ hayali yerine türlü çeşit Geyik sosis ve salâmlarını afiyetle yedik.
Gündüz gezimiz ailenin küçük oğlu ve de köpeği ile dağ tepe aşıp illâa da Ren Geyiği görme inadıyla başladı. Çocuğun gözleri ekseri uzak mesafeye bakmaya alışmış olsa gerek, bir bakışta taa ufuktaki Ren Geyiğinin hafif kıpırdayan boynuzunu farkedip bize parmağınla göstermeye çabalıyordu. Biz de bakışlarımızı sertleştirip bir iki tane Ren Geyiği kıpırdanışını seçebildik.
Buralara gelmişken hatıra olarak Ren Geyiği Postu ve de Boynuzunu almadan gidemezdik. Nasıl anlaşıp, kaç paraya aldığımızı anlamadan iki Post ve iki dallı budaklı boynuz sahibi olduk. Ancak otomobilimiz küçük olduğundan, boynuzun biri içeri sığmadı, onu da ön tampona iyice bağlayıp, hüzünlü olarak ancak boynuz taşımaktan dolayı herhangi bir komplekse kapılmaksızın sessiz, kısa, çelimsiz, kısa başlı, sarı tenli ama sıcak kanlı sevgili Laponlarımıza veda ettik.
Arabamızı bıraktığımız yere dönüş için Allah’ tan aynı dönüş istikametimize giden birinin eski püskü otomobili işimizi kolaylaştırdı.
Buradan sonraki hedef Norveç’ in deniz kıyısında, fiyordlar arasındaki “ Trondheim “şehriydi.
Gene dağ tepe uzun bir yolculuktan sonra akşam üstü “ Trondheim “ a vardık. Trondheim Norveç’ in üçüncü büyük şehriydi.
Burası o zamanlar fiyordların arasında tertemiz güzel evlerin yükseldiği bir balıkçı şehriydi. Sanayi ağırlıklı değildi. Bizdeki Ayasofya ve Topkapı Sarayı misali orada da gezilmesi görülmesi şart olan “ Nidarosdom Kilisesi, limanda kazıklar üzerine kurulmuş rengârenk ambarlar ve de sahilde bize Tarabya’ yı hatırlatan balık lokantaları.
Sırası gelmişken; " Trondheim' ın İkinci Dünya Harbinde tarihi bir ağırlığını " anlatmadan geçmeyelim:
“ Ağır Su Girişimi “ (Deuteriumoxid, D2O)
- " Ağır Su " ; Moderatör olarak Tabii-Uran' ın yakıt özelliğinde kullanılmasına imkân veriyor.
Özellikle askeri kesimlerce çok iyi bilinen ve belki de ikinci dünya savaşının seyrini bir yere kadar etkileyen sabotaj hareketinin merkezi “ Trondheim “ dı. Bu girişim “ Vermark Girişimi “ olarak anılmaktadır. İngilterede eğitim görmüş Norveçli askerler, o zamanlar nükleer silâhların geliştirilmesindeki etkin elementlerden olan “ Ağır Su “ yun üretimini gerçekleştiren Norveçli “ Norsk Hydra Konsern “ de çalıştırılmakta idiler. Ancak üretim tesisleri alman askerlerince korunmalarına rağmen tahrib edildi. Bu suretle son derece tehlikeli madde Almanların eline geçmekten kurtarıldı.
|
|
|
|
|
|
Lappland ve enfes fiyordlar arasına gizlenmiş “ Trondheim “ dan ayrılma zamanı gelmişti.. Yolumuza iki gün sonra tam doğu istikametine yönelerek tekrar Norveç üzerinden sağ trafikten tekrar sol trafik yönüne uyup Baltık Denizine sahili olan İsveç’ in Sundsvall şehrine iki günde vardık. Burada kayda değer bir yaşantı bulamadık. Düşüncemiz buradan kuzeye doğru sahil boyunca giderek , oradan güney’ e inip Helsinkiye varmaktı. Ancak yolların son derece kötü oluşu bizi ürküttü ve rotayı değiştirip Sundsval’ den tekrar güneye deniz kıyısını takip ederek tekrar Stockholm’ e vardık
Bu gezdiğimiz cografi çevrede Finlandiya’ nın merkezi “ Helsinki ” yi görmeden seyahatmizi bitiremezdik.
Ayrıca bir düşünün; memleketime döndüğümde, yaşadığım, gezdiğim bu yabancı diyarları heyecanla, zevkle anlatırken, her böyle ortamda olduğu gibi, dinleyenlerden ve tam ukalâ biri çıkar, lâfınızı keser ve yahu taa oralara gitmişsin, insan Helsinki’ yi görmez mi? imasını yapıştırır. Bunu duyunca da, içinizden kızmakla beraber bin bir pişman olursunuz. Hakikaten taa oralara gitmişken, niye Helsinki’ yi de aradan çıkarmadım diye.
İşte bu duygu ve ileride karşılaşabileceğim üzüntüyü yenmek için Stockholm’ den bir vapura binip Helsinki’ ye – galiba 14 saat sürmüştü – yollandık.
İlk saatlerde gemide “ Televole “ benzeri bir hayat yaşadık. Eğlence, dans vs. gırla. Taa ki gemi bir alay güzel küçük adaların arasından süzüle süzüle Baltık Denizinin ortalarına gelince bir sallanmaya başladı ki, anlatma gitsin.
Ve tabii olan oldu, Karadeniz’ i çok çok aratan bir fırtına koptu. Dans pistinin yakınındaki Büfe devrildi. Sanki Titanik faciası ikinci kere burada yaşanıyordu. Keşke önceden Titanik filmini görmüş olsaydım bir parmak işareti ile refakatle! geminin burnuna gidip ufku seyretmek vardı.
Neyse tabii herkez gibi bizim de o afili havamız yok oldu gitti ve doğruca kendimizi elbiselerle kabindeki yataklara attık.
Helsinki’ ye yaklaştığımızı kamarot kapıyı Fin usulü ağır ağır ama kuvvetlice tıklatarak hatırlattı. Yaşadığımız firtınadan o derece fena olduk ki, Stockholm’ e dönüşüm haricinde bir daha uzun gemi seyahati yapmamaya - futbolcu usulü - and içmiştim.
|
|
|
|
|
|
Helsinki’ de bizi masmavi bir gök ve yaz ortasında beş derece soğukluk veya sıcaklık karşıladı. Karaya ayak bastıktan sonra , sıra birçok küçük adacıklar üzerine kurulmuş kenti tanımaya gelmişti.
Şehirin kuruluşu 1550 senelerindeymiş. Bu arada 2002 senesinde yani bu yıl Helsinki Filarmoni Orkestrası 120’ inci kuruluş yılını kutluyormuş.
İki günlük kalışımızda, başta limanın karşısında haşmetli en büyük rus-ortodoks kilisesi olan Urbenski Katedrali’ ni ve Sibelius Anıt’ ını gezdik.
Parlamento’ sunu bizzat içine girerek ve başbakanının sırasına oturarak, ayrıca 1940 olimpiyatları için yapılıpta, harpten dolayı bırakılmıiş ve 19 Temmuz 1952 olimpiyatlarının yapıldığı muazzam stadyumu taa en tepedeki kuleden hayranlıkla seyretme imkânı bulduk.
Finlandiya’ da iki mevsim varmış: Karanlık ve soğuk ile aydınlık ve az soğuk mevsim. Ülkenin kuzey ucunda, Laponya’ da güneş kışın hiç doğmuyor, yazın ise hiç batmıyor. Bunun pek pratik olmadığı söylenmişti, çünkü vaktin gece yarısı mı, yoksa öğlen mi olduğu bir türlü kestirilemiyormuş.
Gece hayatını sevenlere kışın aylarında Finlandiya’ yı tavsiye ederim. Öğrendiğime göre Finliler çok iyimser milletmiş. Yağmur ya da kar yağmaz ise “ bugün hava ne kadar güzel değil mi ? “ diyorlarmış. Ayrıca Finlandiya’ da her çocuk buz pateni ve kayak kaymasını bilirmiş. Finlandiya’ da dağlar, yokuşlar olmadığından, Finliler kendi hareketlerini kendileri sağlamak zorundaymışlar, buna da “ Yürüyüş Kayak Maratonu - Langlauf Ski “ deniyormuş !!
|
|
|
|
|
|
Neyse Helsinki’ nin çevresini ve yakınlarındaki ufak tefek ve özellikle yaz aylarında sinek yuvası olan göllerini gezdik. Helsinki' den Stockholm’ e büfesi düştüğü yerden kaldırılmış, tamir edilmiş aynı gemiyle ama çok sakin bir havada döndük. Bu sefer Fırtına yerine Televole havası hakimdi.
Seyahatimizin dönüş yolunu Stockholm’ den güney batıya doğru yani Göteborg’ a çevirdik. Göteborg İsveç’ in çok güzel bir şehri. Konumu, insanları, bahçeleri vs. Yolda yürüyen, okuldan çıkan insanlar özellikle kızlar rengârenk ve fosforlu giysiler ve çoraplar içinde sanki bir manken defilesini andırıyor. Irk çok güzel ve güler yüzlü.
Göteborg’ u da içimize sindirerek, tatlı hatıralar dolu iki haftalık bir İskandinav yaşantısından sonra tekrar Helsingör - Helsingborg - Kopenhagen üzerinden, otomobilimizin önünde iri bir Ren Geyiği Boynuzu ile Krefeld’ deki yuvamıza döndük.
Yukarıda yaşadıklarım, gördüklerim 1958 yılında gerçekleşti. Şimdi herhalde çok değişmiştir. Ama şiddetle tavsiye ederim, İskandinavya’ nın kuzeyine bir göz atın. Hava temizliğinin, medeniyetin, saygın sessizliğin ve doğanın güzelliğini, kalın giysiler içinde mutlaka içinize sindirin.
Not: Gezdiğim büyük şehirler hakkında web ziyaretçilerime mufassal bilgi vermekten bilerek kaçındım. Zira bütün Kitapçılarda ve İnternet' te herşeyi bulmak mümkün.
|
|
|
|
|
|
|