|
”Bir İnsan…Bir Baba…Bir Ana…"
SABRİ ATAYOLU
(18 Haziran 1901 – 30 Mart 1970)
|
|
|
|
|
|
Giriş...
29 Haziran Pazar 1958…
Annem ve babam ile evimizde geçmiş albümlere bakıp, sohbet ediyoruz.
Üçümüz de geçmişten bazı anıları hatırlayıp, yaşadıklarımızı, görüşlerimizi ve düşüncelerimizi bir ziyafet masası zenginliğinde sevgi dolu ortama serpiştiriyoruz.
Sohbetin bir konusu; Aile ve hatıralarına son derece
değer vermiş 1901 doğumlu babamın 1917 tarihinden başlayan Avrupa ‘ daki yaşam hayatı süresinde neredeyse gün be gün eski Türkçe olarak mükemmel kaleme aldığı, özellikle dikkat çekici kaligrafi güzelliği, yazı düzgünlüğünü yansıtan “Günlüğü”
Bunu vesile bilerek babamdan çekmecesinde yıllar boyu
duran Kahverengi kaplı defterinden, eski Türkçe
okuyamadığım dolayısıyla yazdıklarını da anlayamadığım için “Günlüğünü” o zamanki “Grundig” teybime okumasını rica ediyor ve aynı gece “Anılarının” en mükemmel ses kaydını yapıyorum.
Netice; Uzun saatler band kaydına aldığım bu sesli günlük anılarını - benim yıllar süren çalışma ve aile meşgalelerim sebebiyle – geç te olsa 1970 yılında
babamın vefatından sonra yazıya geçirdim.
Bu örnek olabilecek anıları zaman zaman, tekrar tekrar derinine dinleyip, duygulanıp okudukça seçtiğim bazı bölümlerini, genel kavramda onurlu, inançlı ve aydın bir Müslüman, Vatanperver, bizleri yoktan var eden Atatürk’ün çizdiği yolda dolayısıyla “Atayolu” nda yürüyen genç, yaşlı birçok kişinin ilgisini çekeceği inancıyla Web Sayfama aktarmayı uygun gördüm.
İşte o bölümlerden birkaçı...
|
|
|
|
|
|
Bölüm 1
Sevgili Oğlum,
Sana biraz hayatımdan, mazimden bahsedeyim.
Ben 18 Haziran 1901 senesinde İbradı’ da doğdum. Babam Koçana’da hakimdi. Ne yazık ki doğduğumdan iki üç ay sonra babam ölmüş ve ben öksüz kalmıştım. Sekiz yaşıma doğru annemle beraber İstanbul’da dayımın yanına gittik ve orada mektebi devama başladım.
(Yanlızca bu kısa Girişi "Kendi Sesinden" dinlemek için Lütfen Tıklayın...)
Bir gün dayımın evinde oturan Levazım Müdürü Aslan Nuri Bey beni çağırdı ve bana Avrupa’ya gider misin dedi?
Ben kim Avrupa kim? Tabii giderim dedim. O zaman Aslan Nuri Bey beni aldı ve zamanın şeker kralı olan Bayramzade İsmail Hakkı Bey’e götürdü. İsmail Hakkı Bey benim Avrupa’ya gitmekliğime muvaffakat etti ve
ben 4 Ağustos 1917 senesinde İstanbul’dan Viyana’ya
hareket ettim.
O zamandan itibaren bir hatıra defteri tutmaya başladım. Bu hatıra defterinin içine on senelik bütün bir hayatımı yazdım. Birçok mevzular hakkında fikirlerimi, düşüncelerimi deftere kaydettim. Niyetim bir gün bu defteri meçhul oğluma, yani sana, sevgili oğluma hediye etmekti.
Hatıratımı kaydettiğim defter hayat-ı sergüzeşt anımda alnımın teri ile kazandığım ilk parayla alınmıştır. O benim ilk malımdır. Defterimin sonuna baktıkça şunu görüyorum: 1917-1927. Ey benim ilk malım olan defter senin sayfalarına genç hayatımın tam 10 senelik hatıralarını yazdım. Seni meçhul evlâtlarıma hediye ediyorum. Onlar okusunlar, hayatım onlara ibret olsun.
Meçhul yavrularım hayat bir mücadeledir, yılmadan ezilmeden çalışmaktır. Didişmek ve muvaffak olmak lâzımdır. Onun için çalışınız. İlk evvelâ Allah’a sonra kendinize iman ediniz ve çalışınız.
Şimdi şu hayat defterini okumaya başlıyorum.
|
|
|
Bölüm 2
İstanbul’da son dakikalarım...
İftirak sabahı erkenden kalkmış, yeni doğan şems-i müiyenin, nazemin şuası altında bab-ı sabahın tesiri ile sallanan ağaçlar üzerindeki sevimli kuşların namelerini, hayatlarını dinledikten sonra validemle son defa sabah kahvaltı etmiş ve pek mahsun, ağlayarak ayrılmıştım.
Trenimiz Sirkeci Garından hareket etmiş, nesimi iftirak etrafı kaplamış, bazısı ağlıyor bazısı gülüyordu. Kimisi titrek eli ile mendilini sallıyordu. Ne hicran amizdir ayrılık...
Artık ilerliyorduk, Bakırköy, Ayastefanos, ve bir çoğu. Parlâk istikbale doğru koşan ben ve daha hiç kimsenin gelmemesinden mütevellit gayri ihtiyari mazim, çocukluk hayatım donuk bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı.
Köy çocuklarıyla mıh çivi oynardık. Bağda kuşlar üzümü yemesin diye, uhu uhu diye kuş kovardık. Sözünü dinlemediğim için annemin ağzıma biber koyuşu, İbradı’daki mektebin ilk devamı günü köy hocasının sek sek oynadığım için kızılcık sopasıyla ayağıma vurması, her gün mektebe gitmek üzere önünden geçtiğim köy camiinin mağarası, birden üstüme devrilecek diye korktuğum minaresi. 8-9 yaşındayken at üzerinde Ilgın’a kadar seyahatimiz, Ilgın’dan İstanbul’a kadar tren, köylünün kara bahtı. İstanbul’da Davutpaşa İdadisi’nde müdür beyin bana elmas parçası teslim etmesi.
Balkan Harbi dolayısıyla sokakta bir iki tulumbacının önlerinde bir tabur asker toplanması, Mahmudiye Vakıf Lisesi’ne devamım birincilikle şehadetname almam.
Vefa Sultan Lisesi ve en nihayet Avrupa.
Son cümle imanımdan geçerken birdenbire göğsüm kabardı. Evet, Avrupa’ya tahsile gidiyorum diyerek büyük bir gurur hissettim. Sabri, tahayyül eder miydin ki senin gibi bir yetim Avrupa’ya gidecek. Ya Rab sana bin şükür.
Trenimiz Sirkeciden alafranga saatiyle hareket ettiğinden Edirne’ye varıncaya kadar karanlık olmuştu. Arkadaşlarla konuşup dertleştikten sonra oturduğumuz yerde uyuduk. Sabahleyin erkenden şimendiferin hareketi beni uyandırmıştı. Güneş yeni doğuyordu. O ne kadar güzel bir tuluğdu.
İşte o zaman kendi kendime düşündüm. İşte ilk tuluğu Avrupa’ya giderken görüyordum. İnşallah hayırlıdır.
Sofya’ya gelmiştik. On beş dakika durduk, eve kart yazdım, tren hareket etti. İkinci gece gelirken biz de Belgrad önünden, Tuna üzerinden geçiyorduk.
Tarihi hatıralar güzel şehri görünce uyandı. Düşündüm, düşündüm, ey ecdadımız elinde titrediği Belgrad. Sen bir bakıp kana bulanmış ay-yıldızlı bayrağın altında gölgelenmedin mi. İşte Macaristan ovası, düz nereye bakılsa dümdüz. Mısır, buğday tarlaları aman yarabbi namütemahi, kırlarda otlayan kuzular koyunlar. Budapeşte’ye geldik, Viyana trenine aktarma ederek saat 11’de Viyana’ya, evet
Viyana’ya muasalat ettik…..
|
|
|
|
|
|
Bölüm 3
27 Eylül 1918
Brünn sanayi mektebihanesi sene-i tedrisiye başlanıgıcı münasebetiyle…
İşte bir sene Viyana’da Almanca öğrenmek için vakit geçirdikten sonra Brünn Sanayi Mensucatiye Mektebihanesi’ne devam ettim. Mektep hayatını pek sevdiğim için o kadar sanayiye mübaşeret vatanımda olmasa bile ben de bir his, ruh hezeyan ediyor; vatanımda devam ettiğim mekteplerde istikbali meçhul bir suretle çalışırken bugün asıl istikbalimin tayin etmiş olduğunu görüyor ve bu süreç öte taraftan daha başka zevk veriyor.
BRÜNN' de ki OKULDAN ALDIĞI KARNESİ:
15 dersten "takdirişayan", 2 ders "mükemmel.
Nihai Not: "Takdirişayan" ve
Kanaat Notu: "Çok Çalışkan"
Tahsilde bulunduğum Brünn Avrupa’da pek meşhur bir sanayi şehridir. Mesleğim her ne kadar ülkeme tayin etmemişse de bana pek muafık ve faidelidir. Bugün sanayi nesciye olmasa mesleğimin çırılçıplak ortalıkta kalacağı şüphedir. Beşerin iktisab etmiş olduğu nesciye meydana getirecek ancak sanayi erbabıdır... Mesleğim bilhassa vatanım için de pek istifadelidir. Üzerimizdeki elbiseleri ecnebilerden satın almak bizim için büyük bir zulümdür. Niçin bizim de sanayi fabrikalarımız bulunmasın?
Niçin kendi ihtiyacımızı kendimiz tedarik etmekte aciz durumda, paralarımızı düşmanlarımıza avuç avuç verelim? Çok şükür gençlerimiz uyandı, memleketimizde şiddetli bir inkişaf, yeni uykudan kalkıyor. Sanayi ve fennin her şubesi için Avrupa’ya talebe gönderiliyor.
İşte ben de bu Türk gençlerinden birisi bulunmak vesilesiyle üzerime isabet eden vazifeyi büyük bir azim ve şecaat ile yapmalıyım.
Evet ben istikbalde vatanın kanını emen ecnebi sermayelerinin bî aman bir düşmanı olmalıyım. Ben istikbalde ırkımı, yurdumu severek mesleğime ait yazılarımla ona tariki müstakiyemi . göstermeye çalışacağım.
Ben menfaati zatiyemin peşinde koşmayarak el birliğiyle vatanı bu cehaletten kurtarmalıyım ve kurtaracağım.
Hülâsa benim istikbaldeki düsturu hareketim şundan ibarettir: “Vatanı için ilim deryasında harb edecek ve lâzım gelirse canını kurban edecek bir Türk genci.”
|
|
|
|
|
|
Bölüm 4
Kara günler:
Harbi umuminin son demleri.
Brünn 12 Teşrinievvel 1918: Mütareke......
Korkunç bir şimşek müttefiklerin semasında çaktı. Kesif bulutlar etrafı kapladı. Gençliğimin en tarihi ve unutulmaz anlarından şu dakikayı birkaç satırla tespit etmek arzusuyla mahsun kalbimle şu satırları yazmaya başlıyorum:
Tarihin bir mislini daha kaydetmediği cihan harbinin medeniyetin insaniyete iytâ ettiği zararlar tahribat gayri kabili tamirdir. Bu harbiumumiyeye duhulumuzun iyilik ve fenalığını küçüklüğüm hissiyle tefrik edemezdim.
Fakat bugün pek ayan bir surette görülüyor ki biz bu Hıristiyanlık - Avrupa kavgasında işimiz yok idi. Bitaraf kalmalıydık. Eğer bu harbi kazanmış bile olsaydık zaptedeceğimiz Mısır ve Kafkasya, adalar bize bir mevcudiyet temin etmeyecekti. Bunun misali tarihimizde tekerrür etmiş, Viyana kapılarına kadar gelmiştik fakat şimdi zavallı İstanbul tehlikede bulunuyor.
Fütuhat zamanlarını milletimiz görmüştü. Bahrisefid Türk gölü olmuştu. Fakat memleketimiz mamur değildir. Bizim vazifemiz ıslâhat dahiliye memleketimizi mamur eylemek idi.
Küçük İsviçre Türkiye kadar büyük değil, fakat her hususta faikdir. Ahalisi refah ve mesut yaşıyorlar. Zaten bu dünyaya gelmekten maksat harp etmek değil, sulh ve selâmetle yaşamaktır. Harp de ancak bu sulh ve selâmeti temin eden, temin etmek için edilir.
İşte bu hakikatler ricali hükümetimizin alması iktiza eden nazarları görecek, Türk yavrularını ateşe sokmayacak, açılmış yaraları deşmeyecektir.
Filhakika harb-ı umumi esnasında Türk nesli cengâverliğini gösterdi, payitaht kapılarını aslancasına müdafaa etti. Fakat bunun için sarf edilen Türk gençlerinin kanı, Türkiye’yi kurtaramadı. Suriye, Irak, Hicaz gitti.
Biz Mısır’ı fethedeceğiz derken zengin arazimizi elden çıkardık. İşte atalarımızın dediği yerini buldu: Dimyat’a pirince giderken evdeki buğdaydan olduk.
Dört seneden beri sırf bir istiklal harbine diye sürüklenen Türk ordusu Bulgaristan’ın Makedonya cephesinin yarılması üzerine tahdis eden vazife karşısında Bulgaristan’ın hususi mütareke akdetmesi üzerine silâhları indirdi ve girdiği yolun çıkmaz olduğunu anladı. Bir hatıra-yi tarihçe olarak sakladığım şeraiti sirayet-i mütareke elimizin kolumuzun ne suretle bağlandığını pek aşikar suretle gösteriyor. İstiklal davasıyla harbe girerken onu da kaybetmekteyiz.
Nerede Müessis-i devleti aliyye’ i osmaniyenin nerde buz gibi elimizden kaptıracağımız ne malum.
Yavuzların ittihadı İslâmi Süleymanların cihangirliği, Fatihlerin gece gündüz uyumayıp zaptettiği İstanbul. Bu azim mesuliyeti üzerine alanlar ne alçak ne kan içici adamlarmış.
Heyhat... Heyhat... Biz Türk gençliğinin üzerine düşen vazife, mazideki vakıalardan ibret almak, elbirliğiyle vatanın yarasını sarmak, milletin irfanını yükseltmek ve müreffeh mesut yaşatmak olmalı ve olacaktır. Aksilamel mağdur Türkülük için izmihlal hazırdır.
Türk genci milletine tariki müstakimi göstermek için çalışsa.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 5
29 Haziran 1920
Kabristanda:
Ben gençim, ölümü aklıma getirmem ve ölmek te istemem. Çünkü vatan ve ailem benden ölüm değil başka şeyler bekliyorlar.
Bugün mektebimiz gavurların mübarek bir günü olduğu için tatil. Hava pek o kadar güzel değil, bulutlu. Sabahleyin kahvaltımı ettikten sonra bisikletimi aldım ve evden çıktım. Nereye gideyim, şehir ormanına mı Forstwald’ de mi ? Şehir ormanı o cennet ki ağaçlık mahalle. En nihayet Forstwald’ e Vasıf’ a gitmeye karar verdim.
Çoktan beri Krefeld’in Rhein nehri etrafında ekilmiş göl gibi şehirlerden birisinin kabristanına gitmek isterdim. Bilmem tembellikten mi zamanın darlığından mı bir türlü bu arzuma vakıf olamamıştım.
Ben pek az kabristana gitmiştim çünkü kabristanda hiçbir kimsem yok. Babam Rumeli’nin göbeğinde gavurun pis ayakları altında yatıyormuş.
Avrupa’ya gelmezden birkaç gün evvel annem Hikmet’ in kabrine gitmek için bana rica etti. Bir gün kimya imtihanım vardı, kitabımı elime aldım, annemle kabristana gittik. Bir parça kabarık toprak üzerinde, annemin getirdiği bir tahta parçası üzerine yazılmış Hikmet isminden başka bir şey yok. Ne çiçek ne bir yeşillik sanki bir vadi-i beyaban.
Annem birbuçuk yaşındaki yavrusunun başucuna oturdu, bana bir yasin okumamı söyledi. Ben okuyordum annem bana gözyaşını göstermemek için kendini güç tutuyordu. Evlat değil mi? Yasini bitirdim, annem beni kucağına aldı, için için ağlamaya başladı. Sadasız, ebedi bir sükunet içinde ben yalnız annemin gözlerinden yanağıma damlayan gözyaşlarını hissediyordum.
Ne acı bir andı değil mi Sabri?
Bugün yolumun üzerinde kabristana rastgeldim, içeri girdim gezinmeye başladım. Herkes kendi ailesinin kabrini dünyevi bir cennete kalb etmiş, envayi türlü çiçekler büyük bir intizam altında sıralanmış, her taraf yeşillik, çam ağaçları latif kokuları etrafa dağıtıyorlar.
İşte bu dünyevi cennetin altında ruhsuz insanlar bekliyorlar. Kendi akrabalarını..Taa ki . kıyamet kopsunmuş, basübadelmert de canlansınlar, ebedi bir sükuneti ihlal eden kuşlar tatlı nameler ile ölüler uhrevi bir musiki ihzar ediyorlar. Ne kadar latif ve ne kadar hoş idi.
İşte benim ecnebi bir Hıristiyan kabrinden aldığım his temizlik, çiçeklik, yeşillik. Bilhassa onlar ölülerini unutmuyorlar fakat bizim kabristanlarımız heyhat …bir harabezar değilde nedir ?...
Niçin biz kabirlerimizi asarlarımızı babalarımızı unutuyoruz, onların kıymetini bilmiyoruz?
Hülâsa vatanın yapılacak, vatanın muhtaç olduğu çok şeyler var. Onlar bu asrın gençliğini belki bekliyor, acaba bu gençlikte vazifesine seni iyfa edecek mi? İnşallah diyelim.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 6
15 Ağustos 1920:
Bugün ben hayatımda ilk defa olarak büyük bir hissi gadrin esiri bulunuyorum. Ben bir sene mütemadiyen, azimimi müşkülata göğüs gererek gösterdiğim sebatımın semeresini iktitaf ettim, tahsilimi bitirdim.
Gayeme evet gayeme vasıl oldum. Bugün ben sanayi- i kimyageriyim, elime altın bilezik geçti, artık aç kalmam. Bi nihaye sevinçten gözlerim yaşarıyor,. Cenab-ı hakka gayeme erişmek için ettiği muavenetler için bin şükürler ediyorum. Ya Rab sana çok şükür. Ah Yarab bundan tam bir sene evvel bugünkü muaffakiyetimi için bisikletle geldiğim Düsseldorf’ta bulunuyordum.
O zamanlar önümdeki ve acı bir istikbali düşünüyor, tüylerim ürperiyordu. Ya İsmail Hakkı Bey para göndermezse, kimseleri düşündüğüm buydu o göndermedi.
Fakat cenab-ı hak beni yalnız, aç bırakmadı. Çektiğim bir bütün müşkilat’ ı mükafatı olmak üzere tahsilimi hitama yardım etti.
Ben yırtık elbiselerle bir sömestr mektebte okudum. Birinci sömestr parasını kürk boyayarak verdim. Tavan arasında yatarak her gün patates yedim. Başkalarının muavenet muhtaç kaldım.
Fakat gayeme eriştim, bugün elimde bir sanat var ve serbestim.
Cenab-ı hak ben öksüze tahsilini muaffakiyetle ikmal etmeğe yardım ettiği için, iktidarım olursa Avrupa' ya tahsile bir talebeyi göndermeyi nezr ederim.
15 Ağustos 1920
Bölüm 7
1 Kânunevvel (Aralık !) 1920
Leverkusen
Bugün tarih-i hayatımın en unutulmaz günlerinden birisi olacaktır. Üç senelik acı ve zaruretle dolu bir tahsilden sonra bugünden itibaren hayatımı kazanmaya başlıyorum.
Henüz 20 yaşıma girmeden Almanya’nın en büyük kimyevi boyalar fabrikası olan Frederik Bayer Kumpanyası - Leverkusen tarafından seyyar fen memuru olarak 855 Mark maaş ile kabul edildim. Bugünle beraber artık hayat tahsilim hitam buluyor.
Her ne kadar son senedeki parasızlıktan mütevellit refahı bir azap beni pek üzdüyse de yine hayat tahsiliyemi çok pek çok severim. O anlar benim istikbalimi saadetimin doğuracaklarıdır. Hayat-ı tahsiliyeme alnı açık marur bakabilirim. Pek büyük bir sayi maharetle ve azimle çalıştım.
Gündüzleri mektepte, geceleri evde. Dünyanın bana bahşedebileceği zevklerin hepsinden kendimi mahrum ettim. Ben bir Avrupalı gibi yaşamadım. Tam, öz bir talebe gibi hayatımı geçirdim.
Meşakatsiz elde edilen muvaffakiyetin tadı olmaz derler, hakikaten öyle. Ben hayatımı pek zor temin edebildim. Onun için bugünkü elde ettiğim semere-i sayimin tadı o saf lezizdir.
Artık Sabri rah-ı istikbal meydanı saadet sana açıktır, yürü.
Vatanın tarihi sanayiine ismini hakettir.
Leverkusen, 1 Kanunuevvel (Aralık !) 1920, Çarşamba
|
|
|
|
|
|
Bölüm 8
15 Şubat 1920
İnkılâb-ı Hissiyat:
Tahsilimi henüz bitirmemişken Almanya’da para ile bir yer bulmak için çok düşünüyordum. Birçok tecrübelerden sonra şu neticeye gelmiştim ki Almanya’da sanatımla para kazanmak benim için adimü imkandır.
Bugün iki aydır Almanya’nın en muazzam fabrikalarından birinde ekmeğimi kazanıyordum. Hem de fabrikaya hizmet değil, kendi mesleğimde ihtisas kesbediyordum. Bazı kere kendi kendime düşünürüm, benim şu genç yaşımı nazarı dikkate alarak beni fabrikaya nasıl hizmete aldı?
Benden, ağzı süt kokan çocuktan cihan firması ne bekleyebilir ? Acaba aklı yaşında değil, başında mıdır diyor? Fabrikaya girdiğimin ilk iki ayı benim hayatımın en bahtiyar ve mesut günleriydi. Manevi ve maddi bir saadet içinde sermest oluyordum.
O zamanlar bütün arzularımın hakikat olduğunu gördükçe ruhi bir saadetten gözlerim yaşarıyor ve cenab-ı hakka büyük lütfundan dolayı binlerce şükrediyordum.
İlk gece doktorlar bile aralarında tutunduğum odaya girdiğim, kar gibi yatakta yattığım zaman, sevincimden hıçkıra hıçkıra ağlamıştım.
Lokantada ilk defa nefis yemekler yerken bilmem bütün benliğim yemeğin lezzetinden hissedar oluyordu. O kadar leziz o kadar hakiki bir aşkla bir yemek daha yememiştim ve belki de yiyemeyeceğim.. İlk lokma ağzımdan mideme giderken göğsüm kabarıyor ve Sabri, işte bu nimet senin sayilik semeresi, sabıra ne tahammül edebilmek mahremiyetin bir . mükafatıdır diyordum.
İşte o zamanlar şimdi bana bir rüya gibi geliyor. Onlar hakikat değildir, diyorum.
Fabrikada geçen ayın 29’unda müthiş bir grev başladı. Boyahanede buhar olmadığından ihracat bürosuna geldim, memurlarla temasa başladım. Fabrikanın sureti idaresi Alman organizasyonunu görmeye başladım. Büroya geldiğimde başım ağırıyor ve lanet olsun diyorum, o kadar çalışmak istemiyorum.
Fakat o kadar kibar olmayınız denmesi üzerine bir daha anladım ki hakikat böyle değil. Görevliliği Alman memurları harfiyen bütün hayatlarını mevcudiyetlerini ayda beş para için satmışlar. Adeta kendi canları içinmiş gibi, kendi fabrikası gibi çalışıyorlar.
İlk günler hayret ettim, onlara budala, dünyadan bihaber dedim. Kendi kendime hiç böyle akılsızlık eder miyim. Umudumu firmanın vereceği muayyen bir miktar para mukabilinde feda eder miyim? Sonraları yavaş yavaş istila eden hakikat karşısında kaldım. Kendi kendime burada kalmak ve bu firmanın ekmeğini yemek istiyorsan, sen de o memurlar gibi mevcudiyetini satmalısın. Yoksa ekmek yok, buyurun derler diyordum.
İşte Almanların en büyük faziletlerinden birisi, vazifelerini bi hakkın ifa ederler; bizler gibi adam sende, benim neyime demezler. Almanya’nın bugünkü vaziyeti iksadiyesi buna şahit değil midir?
İşte ben üzerime aldığım vazifeyi tamamen ifa etmeli ve aldığım para bi hakkın alnımın teri olmalıdır.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 9
17 Teşrinisani 1921 Pazartesi
Aix - La - Chapelle’ e (Aachen) doğru:
Gayeme erişmek için temellerin birisi daha atıldı.. Bayer boya fabrikaları beni Almanya’nın yün merkezi olan tarihi Ex-Lachapell’ deki tekstil boyahanesinin birine tatbikatı ameliyede bulunmak için gönderdi. Bütün masarifi seyahatiyem, yemek ve yatmak masarifatı firma tarafından temin edildi.
Bölüm 10
28 Teşrinisani (Kasım) 1921:
Ağabeyim Vasıf Bey’ e ithaf:
Saadet nedir bilir misin abi? Saadet gaş-ı ruh, ulvi bir baygınlıktır. Saadet dakikalarında dimağ işlemez, hiçbir şey düşünülmez, insan huşu içinde uçar. Saadetin belli bir zamanı yoktur, bir mekânı da yoktur. Saadet için tavan arası da bir saraydır. Şu genç hayatımda iki defa saadetle kucaklaştım. İkisi de 27 Teşrinisani tesadüf ettiler. 27 Teşrinisani 1920’de Bayer’den fabrikaya duhulum hakkında cevabı muvaffakat gelmişti. Ben, masum tavan arasındaki odama çıkmış bahrı saadeti bir damlacık göz yaşımla büyütmüştüm.
Abi;gülmek hayvani bir sevinçtir. Saadet gülmekle gelmez. Bir adam gülerse sen onu mesut zannetme! Saadetin timsali ulvi bir sevinçten hasıl olan tebellür etmiş sıcak bir göz yaşıdır. Bir kere çocuklara dikkat et ne kadar ağlarlar değil mi? Evet onların ağlamaları memeyi bulamamaktan değil, bütün beşeriyetin en mesut mahluku olan çocukluğu temsil etmek içindir.
27 Teşrinisani 1921’de hiç evvelce bilmeksizin sermesti saadet oldum. Ortada hiç birşey yokken kendimi evci ikbalde buldum. Öğleden evvel Charlan’ a tahsis ettiği salona gittim. Öğleden sonra saat beşte başlayan dans çayına gittim. Kadın denilen o yumuşak nazenin bir mahlukun kolları arasında dans ederken kendimi güç zaptediyordum.
İnan abim; o dans dakikaları benim bütün mevcudiyeti tefekkürümü sarstı. Şimdiye kadar mışıl mışıl uyumuş olan erkeklik hissi çocukluğa galebe etti.
O dakikadan itibarendir ki ben kendimi başka bir alemde gördüm.
Çocukluğa yakışan anama babama hasret ahları birden bire kayboldu. Onun yerine henüz sisli bir mahluk gözükmeye başladı. gençliğimin en tehlikeli anlarına giriyorum. Leverkusen’ deki sönük, ölmüş bir ruh yerine şimdiki ahlâki bir uçurumun önünde bulunuyorum.
Eve geldim, bütün hatıratımı okudum, bütün hayatımı gözden geçirdim, saatlerce uyuyamadım. Küçük bir uykudan sonra ağlayarak uyandım.
Rüyamda annem yerde serilmiş ağlıyordu., yanına yattım. Anne niçin ağlıyorsun diye sordum.? Oğlum ben de bilmiyorum dedi. Ben de ağladım, annem çünkü ağlamak saadet çoşkunluğudur dedi.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 11
İlk Terfim:
Bayer’in 20 Mayıs 1922 tarihli mektubunun tercümesi:
“Tarzı faaliyetiniz nedeni itibar alınarak sizi fen memurlarının üçüncü sınıfına getirmeye karar verdik. Bursunuz için tasrih edilmiş olan, yani 24 yaşına varmamış olduğunuza rağmen, size bu sınıfın birinci yaş maaşını vermeye muvaffak ediliyoruz.
Tabii; size sicilinizin diğer bir sınıfa terfiye müsaade ettiği ana kadar bu sınıfın maaşı temin edilecektir. Mayısın birinden itibaren maaşınızın yekünu 4743 marktır”.
Bölüm 12
1923: Vatan... Vatan.. sevgili vatan.. söyle sen nerdesin?
Yılbaşı münasebetiyle…
1922 senesi gerek benim ve gerekse vatan ve millet için hayırlı bir sene oldu. Ben 1922 senesinin nihayetine doğru fabrika tarafından tatbikatı amelide bulunmak üzere bir en modern ipek boyahanesinde tatbikatı amelide bulunarak tevsii malumat eyledim. 1 Mayıs’da fabrika heyeti beni iki sınıf birden terfi ettirdi ve maaşım da bittabi ona göre yükseldi. Bu suretle daha müreffeh yaşamaya başladım.
1922 senesi ihtidarlarında fabrika tarafına fenniyede bulunmak üzere Suriye’ye gönderileceğimi zannediyordum. Çok şükür vaziyeti hariciyenin daha inkişaf etmesi buna mani oldu ve ben de böylelikle aklımı heder etmedim.
Vatan ve Milletime gelince; Yunanlılar Akdeniz’e döküldü. 9 Eylül 1922 Cumartesi günü Türk subayları İzmir’e girerek 3 seneden beri devam eden Anadolu harbine şanlı bir surette hitam verdiler. Ya Rabb; bu zaferin ihsanına kadar millet ne kara ne korkunç anlar günler geçirdi. 9 Eylül’ den bir sene evvel tam aynı Sakarya harbi esnasında buradaki gazetelerinin birinde Ankara’ nın Yunan’ lıların eline düştüğü haberi neşredilmişti. O günler geçti milletimin büyük kahramanı, zamanın Napolyonu Gazi Müşir Mustafa Kemal Paşa değil Yunan’ lılara, bütün aleme bir dersi ibret verdi. O biricik adam ki büyük bir milleti ölümden kurtardı.
O’ na yeni bir hayat verdi. Bir Teşrinisani’ de Ankara Büyük Millet Meclisi Sultan’ lığı lâv etti. Genç Inkilâp havası Bab-ı Ali’ yi silip süpürdü. Hain sultan İngiliz’ lerin himayesinde iltica etti. İstanbul’da Saltanatı Millet kuruldu ve Millet hakimiyeti eline aldı. Bunları ben zavallı; adeta beraber yaşamış gibi hayat defterime kaydediyorum. Vatanımın en tehlikeli anlarında ben diyarı gurbette yaşıyorum ve halâ da yaşıyorum.
Ben milletimin büyük inkılâbında hissedar olmadığımdan pek meyusum. Adeta yerin dibine geçeceğim geliyor. 22 yaşıma vardığım halde mensub olduğum millete zerre kadar bir hizmetim olmadı.
Acaba bunu bana millet affettirecek mi? Ben kabahatimi biliyorum. Fakat o zaman zarfında vaktimi boş geçirmedim.
Öğrendim, milletim için öğrendim.
Ben ebeveynimin, akrabalarımın parasıyla Avrupa’ya tahsile gelmedim.
Ben bu milletten doğdum ve yine bu millet için ölmeliyim.
Dünyada bundan daha büyük saadet mi olabilir?
Cenabı hak 1923 senesini milletim ve benim hakkımda hayırlı bir sene eylesin.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 13
Şubat 1923
Gençlik; idealler hayaller peşinde:
İnsan hayvandan sırf konuşabilmek hassasına malikiyle değil kuvveyi dimağının ona tefevvukuyla temeyyüz etmiştir. Bir çocuk doğup bir takım devreler geçirdikten sonra kuvveyi dimağının yardımıyla hakiki hayatın nasıl olduğunu ve niçin yaşadığını kendi kendine sormaya başlar. Bu suali – hayatiyeti bazı kimseler geç, bazısı da erken yaşta düşünmeye alelumum başlar.
Ta doğuştan itibaren endişeyi - hayat içinde yuvarlananlar hayatın acılığı, darbesinin sertliği karşısında, bu gibi hayalat ile uğraşmaya zamanları kalmaz. Ne var ki onlar kendilerine müemmen bir hayat, istikbal temin etmiş zannında bulunurlar, bir müddet sonra gözyaşları ile temin ettikleri hayatın ne olduğunu düşünmeye başlarlar. Acaba hayattan maksat hilâfı - nefs için çalışmaktan mı ibaret olduğunu kendi kendine sormaya başlarlar.
Hayır; hiçbir insan dimağı bu suale evet diye cevap veremez. Hayatı beşerin gayesi sırf hilâfı - nefs değildir.
Bunu kabul etmeyenler onları hayvanlardan tefrik eden ince düşünme mekanizmasının ulviyetini kavramayanlardır. Şu halde hayattan maksat sırf hilâfı - nefs değildir de nedir? İşte bir gencin aradığını bulmak için saatlerce değil günlerce hatta senelerce düşündüğü büyük hayat muammasının başlangıcı.
Ne bahtiyardır o gençler ki bu muammayı hallederek deruni sulhu selamete erişmişlerdir. O idealler ki zavallı insan yavrusunun buhranlı hayat içinde gözyaşları dökerken ona bir şuri ümit olsun bir sıcak çorba için cenk ederken, ona taze kuvvet bahşedecek gıdayı maneviye olsun. O ideal ki şemsi talinin en parlak zamanlarında gözleri kamaşarak yolunu kaybetmesin.
Hakiki ruhi idealinin gayesi maddi bir şey olamaz.
En menfaatperest insanların gayesi bile paranın kendisi değildir. Onlar nazarında para onlara mesut bir hayat bahşeden, nüfus mevki sahibi eden bir kuvvettir. Hakiki mesut hadise yalnız köşkte oturmak, mükemmel yemek yemek, dünyanın bahşettiği bütün eğlencelerden hissedar olmaktan hükümdar olmaktan ibaret değildir.
Saadet maddi ve manevi iki yüzden mürekkep bir tamdır.
Saadet maneviyetsiz maddi bir yüzden ibaret bir saadet yarım boş bir saadettir.
Dünya kurulduğundan beri bütün insanlar kendi aklına göre saadetin peşinden koşuyorlar. Fakat şimdiye kadar saadetin ne olduğunu tamamiyle öğrenmiş kimseyi bilmiyorum. Bunun neticesi dünyada insanların istediği gibi saadetin mevcudiyetini insanda bir şüphe geliyor. Hakikaten bir kere düşünürlerse saadet bir hayalden ibaret kalıyor.
İnsanların harsı maneviyesi ve maddesi yükseldikçe arzu edilen saadetin manası da değişiyor. Edvarı kadimden bir insana şu asrın maddi ve manevi bütün terkkisi arzusuna tevdil ise bu hayata alışıncaya kadar büyük bir saadet kaç yıl yaşar. Bir müddet sonra yine bir takım ulvi idealler, saadetler peşinde koşmaya başlar. Hayvanlar da saadetin ne olduğunu düşünecek kuvveyi dimağiyeye malik olmadıklarından saadetten bahsedemez.
Bineanaleyh insanların saadeti sırf maddi olmayı ulvi ilahi olması lazımdır.
Saadet maddi bir temel üzerine inşa edilen ulvi ilahi bir köşktür. Yalnız maddi olamaz çünkü maddiyat insanın maddi ihtiyacını teskin eden bir vasıta bir insanda ulvi düşünceleri doğuran, ruha eriştiren bir basamaktır.
|
|
|
1 Mart 1923
Gece saat on iki. Gurbet elinde üçüncü yılım...
Gözyaşları ruhi hastalıkları için en şifayat bir eczadır. O damlacıklar ruhu teskin eder, onu teselli ederler ona yeni kuvvet bir ümit verirler. Avrupa hususuyla Almanya insanı makineleştirir. Şu arkamdaki altı sene benim dimağımı ruhumu demirleştirmeye halâ kifayet etmedi. Yine yaşımın ilerlemesine rağmen bazı kereler odama kapanmak hüngür hüngür ağlamak ihtiyacını hissediyorum.
Bundan bir ay evvel İstanbul’ da bulunan dayım Sıvas’da bir kaza kadılığına tayin olmuştu. O zamandan beri artık vatanımla münasebetimi temin eden şah damar artık kesildi. Kan boşalıyor; ne bir mektup ne bir gazete hiç hiçbir şey gelmiyor. Annemden iki buçuk seneden beri mektup almadım.
Artık dinimi, milletimi her şeyimi unutmaya başlamak üzereyim. Of ne acı ! Ne acı ! Ya Rabb beni niçin böyle bikes bıraktın, benim kusurum, günahım neydi? Benim bu dünyada ne işim var, daha ne için yaşamak istiyorum. İnsanlar kendilerini aldatıyorlar, zannediyorlar ki kendileri kendi zevkleri için bu dünyada yaşıyorlar.
Hakikat insan; mazi ile istikbali rapteden, bir zencirin halkasından başka birşey değildir. Benim ise mazim yok ki istikbal ile birleştirecek. Benim mazim ebediyen yıkılmıştır. Ben bu dünyada temelsizim, bunun için benim hayatım haleflerim için yeni metin bir temel kurmaktır.
Ben bu dünyada sergüzeşt olmak istemiyorum. Allah’ın bana hediye ettiği ve benim vücudumu temsil eden bu ruhun herhalde bir eseri bu dünyada kalmalıdır. Ben bu eserin tekmiline muvaffak olamayacağım. Onu henüz bu genç yaşımda biliyor ve gelecek nesile bırakıyorum. Of… hangi nesile? Kime? Neye? İnsan niçin bu kadar hayallerle uğraşır, bilmem ki.
Ya Rabb henüz beşikte iken kimseyi öksüz bırakma, çünkü öksüzlük dünya felâketlerinin en acısı, en acılı buhranlı felâketlerinden biridir. Öksüzler bütün hayatları müddetinde şifayat olmayan bir yara, hayır hayatlarında ebedi bir boşluk hissederler. Onlar beşeriyetin en bedbaht mahluklarıdır.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 14
Mayıs 1923
DİN...
Çocukluğumu tetkik edersem kendimi tabiri mahsusuyla çok sofu bulurum. Ben on beş yaşımdan daha evvel namaz kılmaya, oruç tutmaya ve her sene ramazanda bir hatmi şerif etmeye başladım.
Çocukluğumda bile Allah’dan başka beni teselli edecek bana abı hayat verecek kimsem yoktu. Kimse benimle meşgul olmazdı, ben mektebe gider gelir kağıtlarımı alarak dayıma gösterirdim. Dayım da bana bir saat veya bir elbise alarak sayimi bu suretle takip ederdi. Sofuluğumun en canlı bir misali de şudur: Ben daha henüz Vefa Sultaniyesinin birinci sınıfındayken tatil gününde Fatih civarında geziniyordum. Sınıf arkadaşlarımdan Eyüp’ lü - diğer bir tabiri mahsusuyla Külhanbeyli - birisiyle diğer bir arkadaşıma rast geldim. Şeyhsadebaşına doğru bir parça gezindim. Ertesi gün beni onlarla gören sınıf arkadaşlarımdan diğer bir tanesi kaba sözler sarfetti.
O zamanlar imtihan vaktiydi, bunun üzerine günlerce ağladım. Sene başında; arkadaşımın namusuna dokunacak sözlerde kendisini biri taciz edecek olursa bir sene boyunca hergün iki rekât namaz kılmaya nez ettim. Bir sene hergün kıldım da. Avrupa’ya geldiğimin ilk günlerinde odamda bir leğen içinde gusul ederek, temizlenerek namaz kılardım.
Bugün anavatandan ayrılalı altı sene oluyor. Bu zaman içinde bittabi haleti ruhiyem de değişti. İlk zamanlar beraberimde getirdiğim Kuranı okuyarak kendimi teselli ederken sonraları zihnim açıldıkça anlayamadığım Arapça Kuranı okumakta ne mana olduğunu düşünmeye başladım. Fakat bu dinimi unuttuğumdan değil bilâkis dinimi tefekkür etmek ve tamamıyle anlamak isteğimden geliyordu.
Arapça Kuran benim için mahfuz bir hazineydi fakat bu hazinenin içinde ne olduğunu ve ne kıymete malik olduğunu anlayamıyordum. Arapça Kurana olan hürmetim onu anladığımdan değil saf ve temiz bir imanım olmasından geliyordu. Bu hakikatı anladıkça bende gittikçe Kuranı anlamak, tefekkür etmek arzusu artıyordu.
Türkçe bir Kuran getirmek imkân haricinde olduğundan Almanca bir Kuran satın aldım. Onu tercüme edenin bir Hıristiyan olduğunu ve lisanınında bir Hıristiyan lisanı olduğunu düşünerek bir müddet okumaktan korkuyordum.
Zannediyordum ki bir Hıristiyan lisanında Kuranı ilk defa okumak bana manevi menfaat değil bilâkis zarar getirecek ve dinsizliğe sürükleyecek.
En nihayetinde ilk evvelâ tecrübe kabilinde Yasini Şerifi sonrada Meşur Sureleri okuya okuya Kuranı hatim ettim. Bu hatim bana bir sulhi kalp ve emniyeti vicdaniye verdi. Dinin hakim manasını ruhunu bir nebze kavradım. Bu hatim haleti ruhuyemi diyarı gurbette bir nebze tazeledi ve yeni bir kuvvet verdi.
Bu hatim bana yalancı gösteriş üzerine yapılan ibadetlerin değil, onun ilâhi, ulvi ve ideal, Allah’ ın izi olan ruhun bir mürebbisi olduğunu anlattı. Bu hatim dinin medeniyete, terakkiye mani olmadığını, bilakis onları tevdii için iman ettiğini anlattı. İnsanlar haletine ihsan ettiği şeylerden maddi olsun manevi olsun ne kadar istifade ederler ve ne kadar onları saadeti beşeriye uğrunda ittirak ettilerse Allah’ a hürmetlerinin de o kadar arttığını gösterdi.
İslâm olmak için sırf İslam memleketlerinde yaşamak icab etmez.
Allah’ın mevcudiyetini, azametini görmek için muhitteki tabiata derin bir nazar atmak ve düşünmek kâfidir.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 15
24 Temmuz 1923 :
İstiklâl günü :
Türk’ün tarihi mucizelerle doludur fakat Lozan sulhu mucizelerin mucizesi oldu. Ölmüş zannedilen Türklüğün dünyada bir benzeri daha görülmemiş harikulâde şecaat ve metanetle düşmanları ezdi ve Lozan’da sekiz ay devam eden siyaset harbinde garb düveli maazımasını mat etti. O meşhur Türk düşmanlarının belki de en büyüğü ve en habisi olan Lord George Lozan sulhu münasebetiyle Zürih’te yazdığı bir makalesinde Türk’ün bu galibiyetini tasdik ve itiraf ediyor. Bu sabık İngiliz başvekilinin makalesini her türk okumalıdır. Bugünü de nasip eden Cenabı Hakka bin şükürler olsun. Fakat gayeye daha vasıl olmadık. Ne vakit ki sahayı iktisadiye terakkiyede ve muvaffakiyetler gösterir, işte o zaman tam ve hakiki olarak istiklâlimizi kurmuş oluruz. Bu vazife şimdiki milleti idare edenlerle, yetişen ve yetişecek olan gençliğe düşer. Ben hisseme düşen vazifeyi ifa etmeye ahdettim. Allah muvaffak etsin.
1924 - Yılbaşı münasebetiyle
Ya Rabb; beni vatanıma kavuştur artık.
Almanya , Leverkusen
Bölüm 16
15 Mart 1924
Almanya’ da son günlerim:
Yakında vatanıma dönmekliğim tekabbül etti. Muayyenei sıhhiyemin bizzat der saadete icrası icab edeceği Aksaray asker şubesine tebliğ edildim. Vatan beni vazifeyi askeriyeye davet ediyor. Vatandan ayrılalı altı buçuk yedi sene oluyor. Bu zaman tahsilimden hakkı ile istifade ettim mi? Ahlâk, din, fazilet, vicdan gibi mühim maneviyatım ne tahribata uğradılar.
İşte Almanya’ daki son günlerimde kendi kendime sorduğum sualler. Hiç şüphe yok ki benim için şu altı buçuk sene tahsil büyük bir muvaffakiyet olmuştur. Tahsilimin semeresini memleketi ecnebiyede iftitaf ederken daha burada iken vatanımdaki istikbalimi temin ettim. Asker olsam bile boya fabrikaları ile ahdettiğim bir muade mucibince askeri vazifemden sonra fabrika hesabına Anadolu’ da seyahatı fennide bulunacak ve milli sanayimizin terakkisine hizmet edeceğim.
Eğer bu vazifemi bi - hakk ile ifa edecek olursam manen ve maddeten vatanımda mevkiim pek yükselecektir. Maneviyat cihetine gelince maalesef bulunduğum memlekette harbı umumi elçisi olarak emsali nadir bir sukutu ahlâkiye hüküm sürüyor. Hergün bu sukutu ahlakiyenin birer misalini gördükçe insanın tüyleri ürperiyor ve bulunduğu muhitten iğreniyor. Bunlar insana istikbalin temeli olan gençlerin yolunu kaybetmekte olduğunu gösteriyor.
Almanlar ilim ve fen ve sanayide diğer milletlere faik olabilirler. Fakat hakiki fazilet insaniyet cihetinde bir misal olarak gösterilemezler. Bu fikrimde; ekmeğini yediğim bir millete nankörlük etmek istemem. Onlar içinde fazilet sahibi olanlar da var fakat onlar ekseriyetle zamanın cereyanına mukaddim edemeyerek bir mevcudiyet gösteremezler.
Almanya çok mamur ve medeni memlekettir. Her şehri bir güle benzer, ahali çalışkan ve hem de bir makine gibi muntazam çalışır. Harbin ettiği azim tahribatına rağmen Almanya kendini pek çabuk toparlayacaktır. Ona en bariz misal son defa elde ettiği mali zaferdir. Bu millet ölmez, çalışır, kendisini kurtarır. Asıl biz kendimizi kurtartalım ve vatanımızı mamur eyleyelim....
|
|
|
|
|
|
Bölüm 17
Vatana; Sevgili vatana hareket.
17 Mart 1924 Pazartesi günü akşam saat yedide akşam Leverkusen’da Kolonya, Karlsruhe, Basel, Milano, Trieste, Belgrad, Sofya, İstanbul...
Şark Lüks Sürat Katarıyla...
Bölüm 18
20 Mart 1924
Vatana: Sevgili vatana – Simplon Şark Sürat Katarında
Şark Sürat Katarı beni yıldırım süratiyle altı buçuk senedir görmediğim vatanıma yaklaştırıyor. Her saniyede her dakikada vatanıma biraz daha yaklaşıyorum. Lüks Şark Sürat Katarının gayet muhteşem techiz edilmiş Birinci mevki yataklı kabinesinde oturuyor, sevincimden ağlıyor, gülüyor, çıldırıyorum. Bu seyahat beni pek büyük bir gurura sevk ediyor. Altı buçuk sene çalıştığım vatan beni askeri vazifemin başına çağırdı. Bayer boya fabrikaları emir ve bilumum Türkiye fen memuru olarak beni vatanıma gönderiyorlar.
Artık vatana avdet ediyorum ve hem de emin bir istikbal ile. Bundan sonraki muvaffakiyetim vatandaki say’ıma bağlıdır. Çalışırsam bana refahı saadet açıktır. Şu genç yaşıma rağmen Cenabı Hakkın yardımıyla istikbalimi temin ve tanzim ettim. Şu anda beni Avrupa’ya gönderen Bayram Doğan Hakkı Bey ile pek büyük iyiliği dokunan arkadaşım Vasıf Bey’in isimlerini teşekkür etmek ve onlara medyunu şükran olmak benim için vazifeyi vicdanidir. Ya Rabb bundan sonrada bana yardımını esirgeme.
Türkiye’ ye çağdaş Tekstili getiren öncülerden bir arkadaş grubu:
Oturanlar: Soldan 3’ üncü Fazlı Turga - Atatürk’ ün huzurlarında Sümerbank Nazilli Fabrikası açılışında Fabrika Müdürü. / 4’ üncü Vasıf Bey– babamın Almanya’da tahsil arkadaşı.
Ayaktakiler: Soldan 2’ inci: Merinos ve Aksu Fabrika Müdürü Ömer Sugan, Sümerbank Nazilli ilk Müdürü Fazlı Turga, soldan 4’ üncü: Sabri Atayolu vs.
Aynı Tekstil mesleğine devam etmiş Oğullar...
Metin Sugan - Alp ve Tarık Turga - Özer Atayolu ve Öz..
|
|
|
|
|
|
Bölüm 19
22 Mart 1924:
İstanbul' da...
Saat alafranga sekiz, sabah; Altı sene 231 günlük bir iftiraktan sonra Simplon Sürat Katarı bir yılan gibi rayların üzerinden akarak İstanbul’a yaklaşıyor. Ben vagonun penceresine yaslanmış artık dahilinde bulunduğum vatanım yiyecekmiş gibi seyrediyorum. Sabahın daha yedi sekizi etraf sisli, hava adeta yağmur yağacak bir halde.
Gözlerime inanamıyorum. Kurumu müstağdan kalmış harabelerin önünden trenle geçiyormuş gibi bir hal var. Gözlerim yaşarıyor, vatan vatan diyorum. Sonrada acaba burası mı diye kendi kendime sual soruyorum. Sirkeci’deyim. Şapkayı bavula soktum. Başım kabak Sirkeci istasyona çıktım. Etrafıma bakıyorum, yok bizden hiç kimse yok. Kendimi güç zaptediyorum. Bağıracağım, ağlayacağım. Vatanın toprağına ayağımı bastım. Fakat yolumu şaşırdım, nereye hangi yuvaya... of... of... ne acıdır hayat! Evvela bir fesçi dükkanına gittim bir fes aldım.
Sonra doğruca as asker şubesine gittim. Sonra
Aksaray’da Taşkasap’ takii evvelce oturduğum dayımın
evine.
Sokaklar daracık, evler viran. Şehrin büyük bir kısmı harabe.
Beni geçtikçe saran derin inkisali hayalden kendimi kurtaramıyorum. Her köşe başında duruyorum. Bir türlü
yürümek istemiyorum. Etrafıma bakıyorum, memleket,
halk bana yabancı geliyor. Ölesiye sevdiğim vatanım
bu mu diyorum. Gözlerimden bir damlacık yaş o topraklara karışıyor.
Artık düşünemez bir haldeyim. Sokaklarda ihtiyar, genç, çocuk dilenciler pejmürde yırtık paçavralar içinde, yüzlerinden sefalet akıyor. Bunlar Türk erkeği,
Türk kadını, Türk çocuğu benim kanımdan benim cinsimden. Sefalet, mahrumiyet içinde bir dilim ekmek için sokağa dökülüyor. Buralardan kaçmak istiyorum. Sakin bir köşe arıyorum, hüngür hüngür ağlamak istiyorum teessürümü boşaltmak istiyorum. Heyhat her kuşun bir yuvası, her hayvanın bir yeri var. Ben ona da malik değilim.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 20
15 Ağustos 1925, İzmir
Anadolu seyahatinden sonra İstanbul’da hizmeti maksure ve gayri müserreye tevfik edildikten sonra Eylüle kadar fabrika namına Anadolu’da seyahati fennide bulunmak üzere 28 Nisan 1925’da İzmir’e hareket ettim.
Uzun zaman vatanımdan ırak olarak yaşamış, ve
büyümüş bir genç için vatanı bir harabe olarak görmek
kadar feci bir şey yoktur.
Vatanını herşeyden ve her yerden daha üstün görmek arzusunda olan bir yürek vatanını diğer memleketlerden gözle görülecek biçimde, bariz biçimde elli sene geri kalmış görürse ne olmaz ?.
İzmir’e çok gittim. Limanına girdiğimde karşıdan tek atlı
tramvay arabasını görünce şaşırıp kaldım.
Bütün bu hislerim cari değildir. Avrupa gördüğümü göstermek için değildir. Bunlar ruhi ızdıraplarımdır. Şimdi anlıyorum ki ben daha vatanımı memleketimi bilmeden tahsile gitmiş muntazam ve mükemmel bir memlekete büyümüş ve o muhite alışmış olduğumdan vatanımı bu
harap vaziyette görünce elim bir sukutu hayale uğradım.
Yalnız bu his daimi kalmıyor.
Bilhassa İzmir’de insan bu inkisali hayalden çabuk şifayı buluyor. Ya burası bir Yunan şehri olsaydı, ben bir Türk genci olarak hangi hislere nasıl izin verecektim. Bu düşünce hastalığıma merhem oldu. Dört ay boyunca Anadolu seyahatimde hep bu fikirle müteselli oldum.
Uşak’a, Kula’ ya gittim. Bana milletimi sevmekte kuvvet veren yegane milli zafer olmaya başladı. Artık hep onu düşünmeye başladım. Ya bu zafer olmasaydı. Ya vatanım taksim olsaydı. Ya Anadolu müstemleke olsaydı. Ya vatanım yurdum diyecek bir müstakil bir memlekete malik olmasaydım. Bunları düşündükçe tüylerim ürperiyor. O müstakil muzaffer fakat harap vatanıma sarılmak istiyorum. Korkunç, tehlikeli bir rüyadan yeni uyanmış ve rüyanın hakikat olmadığını görüp de ruhu ferahlamış insanlar gibiyim.
Düşünüyorum da kendi kendime milli zafer sırf askeri bir zaferden ibaret olmadığını, Türk’ü Türklüğü yeniden inşa eden milletimi inkirazdan kurtaran bir mucize olduğunu hissediyorum. Türk gençliğinin ıstıratgâhı, abı hayatı ancak o zafer olduğunu düşünüyorum. Dört ay devam eden Anadolu seyahatinden sonra askeri vazifemi ifa etmek üzere tekrar 1 Eylül 1925’da İstanbul’a geldim. Almanya’dan geldiğimde İstanbul’u ne kadar harap buldumsa Anadolu’dan geldiğimde İstanbul’u daha medeni, daha asri, daha güzel ve şen buldum. Demek ki her fikir zamanının muhitinin inikasıdır.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 21
5 Eylül 1925
Bursa; Sevgili annem ve hemşirem Hikmet ile evde çektirdiğim bir resim...
Sevgili anneme ittihaf :
Yedi senelik bir hasretten sonra beni kalbine bastın, sevdin, gözlerinde sıcak gözyaşları gördüm. Onlarda asil bir muhabbet tevekkrür ediyordu. Bana gömlek çamaşır dikmek için bir gece göz yummadın. Senin sevgine hayran oldum anne, bu ana sevgisiydi. Benim derin ve saf menbaından kana kana içmk istediğim ana sevgisi.
Annem ben kendimi bugüne kadar öksüz ve yetim sanıyordum. 13 yaşımda idim, sen beni bıraktın başka bir erkeğe vardın. Üst katta şerbetini içirirken ben alt katta ekmek bıçağı ile intihara kalktım. Ne yaptığımı bilmiyordum ki. Artık benim için hayat bitmişti. Ben içime çökmüştüm. Benim annem bana el olmuştu. Hatırlarsın evlendiğin ilk gün sana el öpmeye gelmiştim. Beni sarılıp öpmek istemiştin, ben silkindim. Kollarının arasına girmedim. Bu esnada saat kordonu kırılmıştı. Çok sürmedi. Fakat beni senden büsbütün ayırdı. Yedi sene gurbet elinde öksüzlüğün en elim acılarını çektim. Artık kavuştuk. Senin asil ana muhabbetinin gözyaşlarını gördüm. Bu dünyada benim de bir anam var. Gözlerim yaşardı.
Sevgili annem beni affet. Kocan ölmüştü. Sen dört aylık gelin olarak kocanın kucağında benimle kalmıştın. Evlenmek senin hakkındı. Ben çocukluk bu ya, sana gücenmiştim. Çünkü beni terk etmiştin. Şimdi ben kendime öksüz diyemem, çünkü benim bir annem var. Sevgili annem sen var ol. İnşallah birlikte mesut oluruz.
Bölüm 22
Düşünce parçaları....
Gençliğin geçitlerinde....
Ben yakın bir zamana kadar hayatı bir ideal zannederdim. Maddiyatı bir türlü kavrayamazdım. Hayatın evvela bir geçim mücadelesi olduğunu takdir edemezdim. Beni feleğin acı darbesinden hüsnü talihim kurtarmıştı. Neticesinde korkunç bir tahsil sergüzeştini muvaffakiyetle atlatmış ve bir fabrikada istikbalim müemmem bir surette çalışıyor, ve hayatın bir geçim işkencesi olduğunu kavramak istemiyordum. Sırf karın doyurmak için çalışmayı ulvi dimağa malik insanlar için bir zül addederdim. Ruhum çok hassastı. Hazin keman parçaları beni tamamıyle esir eder, bir taraftan semayı hayata uçarken diğer taraftan gözlerimden sıcak damlalar akardı,.musikiye, operaya çıldırasiye meczuptum. Ben kadınlara fazla mütemayildim.
Kadınlarla konuşmaktan, beraber yemek yemekten çok hoşlanırdım. Kadında en çok aradığım metin bir ahlâk, lekesiz bir namustu. Metin, ahlâklı kızlara çirkin olsalar da kutsi bir muhabbet taşırdım. Hafif meşrep, erkeklerin arzularına mağlup olan kızlar benim nefretimi celbederlerdi.
Hayatta daima bir ideal arardım. Bana ıstırahatgahı olacak , beni teselli edecek, beni yükseltecek, bana kuvvet verecek müphem bir ideal isterdim.
Fakat heyhat çıplak hakikat maddi hayatın bir geçim kavgası olduğunu ve insanların bu uğurda ne kadar adi çirkinliklere düştüklerini gördükçe adeta hayattan nefret ediyorum, yaşamaktan zevk bulmuyorum. Çocuk muhitinin bir ikaasından ibarettir.
Şu doğru söze göre ben neyim? Öksüz büyüyen, noksan bir terbiye almayan çocuk, fena terbiye edilmiş bir ebeveynin çocuğundan daha bahtiyardır. Çünkü öksüz çocukta ahlâk, terbiye henüz açılmamış bir goncadır. Fena ebeveyinden çirkin huylarla kafaları zehirlenmiş çocuklar güç yola gelirler. Öksüz çocuk küçüklüğünden itibaren kendi kendine içinde bir yuva kurmaya başlar. Yalnız zamanlarında o yuvaya çekilir, dertleşir, güler, ağlar bu hayata karşı bir setti manevi çekmek hissi bir setti tabii halini aldı mı o çocuk da kendi kendisinin mürebbisi olur. Her hariçten gelen şeyi düşünmeden fikir süzgecinden geçirmeden kabul etmez.
|
|
|
|
|
|
Ben 16 yaşıma kadar dindar bir muhitte büyüdüm. Küçük yaşımdan beri beş vakit namaz kılar kuran okur oruç tutardım. Kendi kendime sağlam bir akidei iman edinmiştim. Sonra Avrupa’ya gittim. Namaz oruç gibi farzlarımı ifa etmeye imkan yoktu. Orası benim evvelce bulunduğum muhitin tam aksi idi. Oradaki terbiye maddi hayat terbiyesiydi. Yaşamaktan gaye adeta yalnızca çalışmak, kazanmak ve yemek zannedilecek derecedeydi. Orası tabiatı kendisine rağmetmek üzere çalışıyordu. Umumiyetle maddi hayat ruhi hayata üstündü. İşte yedi sene bulunduğum bu muhit bende ölmez izlerini bıraktı.
Ben hem şarkın hem garbın tesiri altında kalmış bir kimseyim. Ne tamamiyle şarklı ve ne de tamamiyetle garplıyım. Ben medeni, asri bir Türk ve müslümanım. Nasıl yalnız işleyen demir parlar, hareket eden adele kuvvetleşirse düşünen dimağ yükselir. İnsan, manevi insan, ruh daima yükselmek ister, daima elde edemeyeceği yüksek düşüncelerin arkasından koşmak ister. Niçin koşmasın? Ruh ulu Tanrının yeryüzündaki bir izi değil midir? Niçin aslına rucu etmek için yüksek düşünmesin? İnsanların umumi huylarından birisi de kendilerine bir şeriki ruh, şeriki kalp aramalarıdır. Nasıl ki tapmak ihtiyacından din doğmuşsa sevmek ihtiyacından da aşk doğmuştur.
İnsan bütün mevcudiyetiyle müphem muhayyel bir şey sevmek ister. Bütün mevcudiyetini ona bağışlamak, sırf onun için yaşamak ister. Bu tabii istek olmasa bugün dünyadaki beşeriyet mevcudiyetini muhafaza edebilir miydi? Aşk Allah’ ın insan kalplerine serptiği ilâhi bir tohumdur.
O bazen filizlenir, kalbi bir cennet yapar bazen de fışkırır etrafı sarar, kalbi dallar arasında boğar. Aşk hissi cismaniyi tatmin değildir. Fakat aşkın yek vücut olmak arzusu hissi cismaniyi tatmin etmeyi tevil eder. Sanki iki insan tek vücut olmaz mı? Çocuk nedir ki ne ananın ne babanın. İnsan gözle bir kadını sever, güzel bir kadını sever, öper, koklar, onu tabiatın, hilkatın güzelliklerine meczup olduğu için sever. Fakat aşk bu
mudur? Hayır, bilmem ki aşkı nasıl tarif edeyim. Onu
nasıl kaleme sığdırayım. O aşk ki kalbin vuruşunu şaşırtıyor, onun içine sığmıyor. Yalnız düşüncesi insanı gaş ediyor. Aşk musiki işte aşkın yüz müterennimleri aşksız musikisiz ruh olur mu, aşksız musikisiz ruh yaşar mı, sevmeyen musikiden haz etmeyen insan mıdır, elbette değildir. Hayvan aşktan musikiden ne anlar.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 23
Hayatta mukaddesat...
Kânunuevvel (Aralık) 1925,
Ulu Tanrımız seni sevmek senden korkmak yarattığın insanlar için bir ihtiyaçtır. Her insan seni arar, kalplerin en gizli köşesinde senin için daima bir yer vardır. Seni tanımak ki buna din denilir bir insan için bir gıda kadar lâzımdır. Yarap sen bu dünyada yaşayan beşere farklı lisanlar verdin. Onları ırklara, milletlere ayırdın. Bu insanları doğru yola sevk için Peygamberler gönderdin. Ben de ahir zaman Peygamberlerinden Hazreti Muhammed Efendimizin risaletine mutekid olanlardanım.
Daha doğrusu bu itikat bana beni vücuda getiren ebeveynlerimden tevaruz etti. Ben ihtimal ki başka memlekette, faraza Amerika’da doğmuş ve büyümüş olsaydım Müslüman olmayacaktım. Ya Rabb sen kitabı mukaddesi yani Kuranı Kerimi biz insanları cehaletten, vahşetten kurtarmak için gönderdin. Onu okuyunuz, beni anlayıp ona göre hareket ediniz diye gönderdin. Halbuki bugün benim milletim senin kitabını anlamıyor. Çünkü onun lisanından değil, ona daima dinin saf membaı kapalı kalıyor. Senin kitabını büyük bir iman ve itikat ile okuyor onu ezberliyor fakat onun cevherini anlamıyorum. Ya rabb onun bu kitabı anlamak istemesi onun kendi dilinin anlayacağı bir lisana nakletmek istemesi günah mıdır? Benim vicdanımdan gelen bir arzu ile dinimin türkleştirilmesini yani Türk milletinin anlayacağı bir dile nakletmesini diliyorum. Papağan gibi anlamadığını okumaktan kurtulsun.
|
|
|
|
|
|
Bölüm 24
Lânet olsun bu dünyanın üveyliğine.
Ey ulu Allahım niçin bana bir kerecik olsun hayatımda bütün saf ve samimiyetimle babacığım dedirtmedin de bana hayatımı zehrettin. Ana baba kelimeleri bana bir zehir oluyor. Ne vakit bu kelimeleri düşünürsem ağlıyorum. Çünkü bu kelimeleri bir kerecik olsun bütün safiyetimle söyleyemedim. Bu kahpe dünyada aile muhabbeti nedir tadamadım. Ana baba aile ocağı işte beni her tahayyül ettiğim dakikada ağlatan hayatımın zehirli okları.
Dünyada yegâne bir ümidim var. O da beni şifaya verecek müstakbel refika hayatım. Kimdir, nasıldır bilmiyorum. Şimdiye kadar hiç kimse kalbimde yer etmedi. Bütün ümidim o meçhul sevgilide, sevmek ve sevilmek son ümidi hayatım.
Hepsi bu.. Adana 10 ağustos 1926...
(Evlenme tarihi:24.12.1928)
|
|
|
|
|
|
Bölüm 25
1931 - Askerlik Dönemi:..
Bölüm 26
18 İkincikânun 1936 - 23 İkincikânun 1936
Hayatımın en büyük ve en mesut günleri...
Sevgili Oğlum Özer’ e
Bugünlerde hayatımın en büyük saadetine ve şerefine nail oldum.
İnsanlık tarihinin en büyük siması, Türk Milletinin en büyük evlâdı "Atatürk" e takdim edildim ve onun mukaddes elini öptüm.
Özer bilir misin o anlarda ne kadar heyecan içinde idim ve ne kadar mesuttum, sana bunu burada anlatamam.
Yavrum, Atatürk mensub olmakla daima iftihar ettiğimiz Türk Milletini mahv olmaktan kurtardı; yalnız kurtarmakla bırakmadı, o’ na nurlu medeniyet yolunda yükselmesini de öğretti. Onun zamanında yaşamak, O ebedi Türkün elini öpebilmek muhakkak ki fani bir Türk için en büyük bir şeref ve saadettir.
17 İkinci kânunda İkinci Beş Yıllık Sanayi programını tesbit için Ankara’ da toplanan kongreye iştirak etmek üzere Ankara’ ya çağırılmıştım.
18 İkincikânun 1936’ da bacanağım Doktor saylav Rasim Ferit’ in akşam yemeğine davetli idim. Mükemmel bir Türk musikisini dinleyerek güzel bir akşam geçiriyorduk. Bu esnada Çankaya’ dan telefon edildi ve Atatürk’ ün bizi köşküne davet ettiği bildirildi.
Saat yirmiüç’ te Köşke gittik ve bacanağımın kardeşi avukat Sadettin Ferit tarafından “Atatürk” e takdim edildim. Proföser Afet ve Kültür bakanı da orada bulunuyorlardı. Biz Atatürk’ ün yüksek huzurlarında saat dörde kadar kaldık.
Tarihe ve musikiye dair çok kıymetli ve istifadeli sözlerini dinledik.
Atatürk fevkalade neşeli idiler, hatta zeybek bile oynadılar. Saat dörtte bu fevkalbeşer Türk’ ün elini öperek ayrıldık.
28 İkincikânun 1936, arkadaşım Etem Miharbı ve refikasını Karpiç lokantasında akşam yemeğine davet etmiştim. Saat oniki’ ye doğru mahiyetiyle beraber Atatürk teşrif buyurdular.. Saat bire doğru masamıza teşrif buyurarak yirmi dakika huzuru ile bize şeref verdiler, kendi eliyle bizemeyva ve sigara ikram ettiler. Bu suretle ikinci defa olarak O'nunla konuşmak ve O'nun mukaddes elini öpmek şerefine nail oldum.
İkinci beş yıllık Sanayi programı Kongresinin çay ziyafetinde Celâl Bayar’ a takdim edildim.
Bu günler hayatımın en mesut günleri idi.
|
|
|
Bölüm 27
25 Eylül 1937
İkinci Türk Tarih Kurultayı münasebetiyle
25 Eylül 1937’ de Dolmabahçe Sarayında “Atatürk” ün huzurları ile içtima eden “İkinci Türk Tarih” Kongresinde “Türk Kırmızısı” na dair verdiğim ve Ulu şefimiz Atatürk tarafından heyeti umumiyede okunmak üzere programa kabul edilen tezimi okudum
|
|
|
|
|
|
Bölüm 28
17 Ocak 1967
Bugün hayatımın en şerefli günlerinden birisini yaşadım. Federal Almanya Cumhuriyeti bugün Alman Baikonsolosluğunda yapılan hususi bir törenle Federal Almanya “Verdienstkreuz 1 Klasse” nişanını verdi.
Nişan beratini bizzat Alman Cumhur Başkanı Lübke imza etmiştir. Tahsil için Viyanaya hareketimden elli sene sonra 1917 – 1967 birinci sınıf bir Nişan almış bulunuyorum.
Çok sevinçliyim.
|
|
|
|
|
|
4 Ekim 1969
Çok şükür 15 Ağustos 1920 ' deki adağımı ifa edecek duruma geldim.
Üniversite mezunu bir genci tahsiline devam etmek için Almanya’ ya gönderdim. Allaha şükür olsun...
|
|
|
|
|
|
Son söz:
Yüce Allah’ ın takdiri…
Yıl 1970
30 Mart Pazartesi...
Akşam üstü saat 16:00. Sirkeci’ deki Bayer Mümessilliğimizde mesai sonu çıkışa hazırlanıyorum. 3 gün önce babam ve annem Anneannemi otomobille Ankara’ ya teyzemlere götürmüşlerdi. 30 Mart günüde dönüyorlardı. Saat 16.00 da telefon geldi. Şoförümüz bana şu anda Gebze tarafında olduklarını yanlız babamın biraz önce fenalaştığını haber verip, benden yarım saat sonra Harem iskelesinde olmamı söyledi. Tam telefonu kapatmıştım ki, bir telefon da Hala’ mdan geldi. Babaannemin biraz önce vefat ettiğini bildirdi.
Şaşırmıştım…
Hızla Sirkeci Araba vapuruna atlayıp babamı karşılamak için Harem’ e geçtim.
Araba parkında üzücü ortamla karşılaştım: Babamı kaybetmiştim.
Aynı saat ve neredeyse aynı dakikalarda iki yürekten sevgili Ana – Oğul Yüce Allah’a kavuşmuşlardı.
Bu ne acı... ama asil bir Takdiri İlâhiydi.
Bu ne derinine Ana Oğul arasındaki Gönül ve Yaşam bağıydı...
Ulu Tanrı' nın huzurunda seneler süren ayrılıktan sonra tekrar beraberdiler.
Bu ne mutluluk...
İşte örnek onurlu bir “Baba” nın, “bir “İnsan” ın ve “Anne" sinin hayat akışı.
Ses ve Yazıyla derleyen: Özer Atayolu
|
|
|
|
|
|
|