|
NİŞANTAŞI ve MÜZİKLE TANIŞMA...
Tarih: Eylül 1930
Nişantaşı’nda Valikonağı Caddesi (eski ismi Meşrutiyet Caddesi) ile Rumeli Caddesinin birleştiği ve de Dikilitaş’ ın bulunduğu yerden aşağı doğru 20 metre ilerde Akın Apartmanının 5’ inci kat’ ında (bugünkü Cafe Paul) doğdum.
1933 yılında ” Emlâk Caddesi “ ne (bugünkü Abdi İpekçi Caddesi) Nadir Olcay Apartmanının (LCC’ nin bulunduğu apartman) 3’ üncü kat’ ına taşındık.
1930’ lu yıllar boyunca gerek Emlâk Caddesinde gerekse çevrede birçok köşk veya bahçeli evler mevcuttu. Meselâ; Emlâk Caddesi ile Teşvikiye Bostan Sokak kavşağında, bugünkü Boss-Mağazasının bulunduğu yerde ve daha ilerisinde 2’ şer katlı evler, Valikonağı ile Rumeli Caddesi kavşağına yakın İş Bankasının yerinde Nemlizadelerin enfes köşkü vardı.
Zaman akışı içinde tamamen yok olmuş birçok Konaklar ve Köşklerden başka bugün gezilip bakıldığında eski zamanlardan kalmış Maçka Palas,Teşvikiye Palas, Belveder, Narmanlı, Vehbi Bey, İzmir Apartmanı vs. gibi benzer yapıtları hemen farkedebilirsiniz.
O zamanların tanınmış isim ve ailelerinden bazıları: Mareşal Fevzi Çakmak, İpekçiler, Yunus Nadi, Hamaratlar, İparlar, Burhan Felek, Münİr Nurettin, Aziz Kaptan, Yusuf Ziya Ortaç, Muhittin Mardinler, Mithat Recailer, Mısırlılar, Dilberler, Cevanşirler, Gesaryanlar, Burlalar, Karikatürist Ramiz, Dr. İhsan Hilmi, Dr. Ekrem Behçet vs. Profesör ve Doktorlar ve daha birçok tanınmış kişiler ve aileler bu civarlarda oturuyorlardı.
Dolmabahçe’ deki eski Gazhane’ den başlayıp yukarıda Emlâk Caddesine kadar uzanan sağlı sollu çok geniş alanda Arnavutların her türlü sebze yetiştirdikleri kısmen uçurum gibi görünen Bostanlar, gene Gazhane’ den Maçka’ ya çıkan Bayıldım Yokuşunun sonunda, " Swiss- Hotel The Bosphorus " un yerinde enfes Boğaz manzaralı büyük bir Taşlık Kahvesi, Emlâk Caddesi ile Prof.Mim Kemal Öke sokağını birleştiren Altın Sokak çevresinde de civar sakinlerini dinlendiren gene gayet büyük alanlı ve Marmara manzaralı Çay bahçesi bulunuyordu.
Teşvikiye Caddesini Emlâk Caddesi ile birleştiren Karakol sokağının adı bugün de " Teşvikiye Bostan " sokağıdır.
|
|
|
Emlâk Caddesi o zaman bugünkü seviyesinden takriben 3 metre daha yüksekte ve Arnavut kaldırım taşları ile döşeliydi. Sonradan düzenleme yapıldı ve Cadde, Valikonağı Caddesi başından itibaren aşağı indirildi.
Bu Caddenin Valikonağı Caddesi ile kesiştiği köşeden başlayıp, Park apartmanından aşağıya doğru Kamelya apartmanına kadar uzanan ve caddeye sınırlı arsalarda incir ve meyva ağaçları vardı. Bugün bile bu yöredeki, hatta Atiye Sokağına kadar uzanan apartmanların arka taraflarında özellikle incir ve diğer meyva ağaçlı geniş bahçeler mevcuttur.
Emlâk Caddesinin eski konumu; o zaman yapılmış bazı apartmanlara bakıldığında, Nadir Olcay, Kamelya veya Isparta apartmanında olduğu gibi – giriş kapılarının biraz yukarıda kalmış olduğu görülür.
Apartmanların kapıcı daireleri istisnasız giriş kapısının bitişiğinde, caddeye bakan taraftaydı. Bu yerlerde şimdi Bar’ lar, Restoranlar açıldı.
Lokal Dükkânlar:
Valikonağı caddesi ile Rumeli Caddesi kavşağına yakın yerde bulunan belli başlı bir çok dükkânlar arasında Yakup ve kardeşi Seyfi’ nin meşhur Aktar’ ı, bitişiğinde kolacı Lütfü ve yakınında, bugün Teşvikiye Camiinin karşısında bulunan Manav Mustafa’ nın babasının dükkanı vardı. Berber; o zaman Hüsnü ve de sonradan Dikilitaş’ ın hemen yakınında Halil idi. Valikonağı ile Kuyumcu İrfan Sokağı’ nın köşesinde, Lefter’ in Bakkal’ ı hemen hemen o yörenin tek büyük bakkalı idi. Bugün Tekstilcilerin bulunduğu Şair Niğar, Hacı Mansur sokağı ve devamında ahşap küçük evlere gezici Deve ile kömür satılırdı.
Teşvikiye Karakolu'nun karşısında, Ihlamur Sokağının solunda köşede şimdiki Alâattin'nin babası Kemal'in Aktarı vardı. Üst dairede de Münir Nurettin otururdu. Daha kimler vardı: Nişantaşı kavşağında Polis Kemal, Emlâk Caddesi Taksi durağında:53 De Soto ile Amerikan Kemal, 49 Chevrolet ile Mustafa,48 Plymout ile Varyemez Mustafa,51 Plymout ile de Necati.
İçme Suyu ihtiyacı; ya Osmanbey- Rumeli Caddesi kavşağında bulunan benzincinin arkasındaki köşe başındaki çeşmeden ya da Ihlamur’a inilerek oradaki Hamidiye Suyu'nun menbaından karşılanırdı.
Sokak Oyunlarımız:
Oyunlardan birisi; El boyu çukulataların içinden çıkan numaralanmış Amerikan Kovboy resimlerinin, numaralara ve de kovboy’ ların değerine göre resim-değiş- tokuşu...Kovboyların becerilerini nasıl olsa Alkazar sinemasındaki filmlerden tanıyor, görüyorduk.
En afilileri “ Ken Maynard ve Buck Jones'di. Galiba Buck 27 numara, Ken ise 35 numaralı idi. Kâğıtlarla alt / üst oynarken bir Ken Maynard iki Buck karşıtıydı. Bazen aramıza katılan yeni mahallelilerle Kovboyların değerleri hakkında anlaşmazlıklar çıkıyordu. Zira onlar meselâ Buck’ un veya Ken’ in diğer önemsiz Kovboylar arasındaki değer farkının en azından 5’ e 1 hatta daha yüksek olduğundan haberleri yoktu. Yani zayıf Kovboyun resimdeki numarası; Ken'in 27'si veya Buck'un 35’ inden çok çok yüksek olsa bile bu Kovboyun 5 adet resmine karşılık değiş-tokuş’ ta bizimkilerin ancak tek bir resmini veriyorduk.
Peki bir Kovboy’ un zayıf olduğu nasıl anlaşılıyordu? Bunlar; filmlerde bar çıkışı bir yumrukla hemen arkalarındaki su dolu fıçının içine kolayca sendeleyip düşenlerdi...
|
|
|
Diğer bir heyecanlı oyun da şuydu: killi topraktan yapılmış bilyelerle düzgün bir zeminde bir metrekarelik alanın dört köşesine ve ortasına ufak çukur açarak kaptan oyunu veya duvar kenarına kazılmış ufak bir çukura muayyen bir mesafeden en çok bilyeleri sokma yarışıydı. Tabii bu arada renkli birçok toprak bilyelerimiz yere düştüklerinde kolayca parçalanıyorlardı. Bilye hususunda en çekindiğimiz, bizim toprak bilyelerimizi bir vuruşta kıran camdan veya muhtelif boyda çelik oto misketleriydi. Oyunumuza hele büyük Çelik Misketle gelen; Mersedes bilyesi kullanıyor havası yaratıyordu.
Oynadığımız diğer oyunlarımız ise; ya çelik çomak veya çember yarışlarıydı.
Ayrıca caddemizde bisikletliler de vardı. Kızlar özellikle kontrpedal " Adler " marka, erkekler ise vitesli " Otomoto " ları tercih ediyorlardı. Bisikletlerimize; kızların yanından geçerken hava atmak için, arka tekerleğe Gelincik sigara paketinin kartonunu bir mandalla tutturur, hızlı gittiğimizde motosiklet patırdısına benzer bir ses çıkartırdık.
Başka bir oyun; genellikle kızlarla beraber seksek oyunu idi.
Zor oyundu; zira yere tebeşirle çizilmiş dairelerin içine doğru sekerken, çizgilere ayağını basan veya avuç kadar yassı taşı ayağınla dairelerin içine oturtamayan yanardı.
|
|
|
|
|
|
Altın sokağın, Prof. Mim Kemal sokağı ile kesistiği köşede, evlerinin içi binbir alet edavat ver teknik malzemelerle donanmış iki ağabeyimiz vardı:
Fuad ve ağabeyi Fikret. Birçok hobileri yanında, model uçak yapma, alıcı verici radyo antenleri kurma vs. Yaptıkları model uçakları hemen yanıbaşlarındaki açıklıkta bizlerin hayretli bakışları arasında uzaklara uçururlardı. Onlardan görerek sonra ben de, Taksim meydanının yakınında bulunan Model uçak dükkanından "Afacan" modelini alıp, evde balzam tahtaları ve japon ipek kağıdınla ufak çapta model uçaklar yapıp uçurmaya başlamıştım. Uçakta dikkat edilecek nokta, arkadan öne pervaneye bağlı olan lastiği kurarken aşırıya gitmemek gerekirdi. Aksi halde gerginlikten büyük emekle yapılan uçağın arkasınla önü birbirine geçiyordu.
Fuad ağabey; bisikletinin üzerinde kıpırdamadan durma şampiyonuydu. Bu beceriyi de bana öğretmişti. Çevrede büyük sükse topluyorduk.
Oturduğumuz dairenin bir üst katında, gayet kibar bir macar aile vardı. Oğullarının ismi Andraj, kızlarınınki ise Yutka idi. Andraj' ı yakınımızdaki bostanlar içinde (şimdiki Makro) " Tekemen " cilik (hırsız-polis oyunu) oynayacağımız zaman bizim takıma alıyordum.
Zira Macarların top ve silah yapma ve kullanma bilgi ve becerileri taa Fatih Sultan Mehmet tarafından da biliniyordu. Böylelikle rakiplerimizi daha bilinçli şekilde alt edebiliyorduk.
Caddenin Rengi:
Özellikle Emlâk caddesinin renkli yaşantısı öğleden evvel geçen seyyar zerzavatçılar, çıngıraklı makaracılar, yoğurtçular, kömürcüler vs. akşam üstleri de bizleri eğlendiren niyetçi, macuncu, dondurmacı ve de Rus asıllı, hafif üşütük, elinde uzun bir tef ile hem oynar hem de " haydi kazazka, oynuyor kazaska " diye şarkı söylerek yardım toplardı.
Niyetçi; muayyen bir para karşılığı, hasır büyük sepetine karmakarışık doldurduğu, pembe krepon kağıdına sarılı birçok ufak karton boruların bazılarına önceden para saklayıp, sonradan bize sepetten niyet çektirirdi. İçinden 30-35 kuruş çıktığını hatırlar gibiyim. Macuncu ise; yuvarlak tahta tablasının 10- 12 bölmesine çepeçevre üçgen bölmelere yerleştirdiği birçok renkli
macunların ortasındaki pervaneyi
hızla döndürür, durduğunda ok nereyi göstermişse oradaki macunu bir tahta parçasına sarar verirdi. Günün içinde caddeden " Çavuuuşş " diye bir ses duyulduğunda, bunun meşhur iki çekirdekli çavuş üzümü satan kişi olduğunu anlardınız.
Nişantaşı havalisinin tek gezgin doktoru; elindeki sünnetçi çift çıtçıtlı siyah çantasıyla her hastalığa deva Dr. Abrevuaye idi.
Pangaltı' da Tan Sinemasının bitişiğindeki " Hay- Layf " ve biraz ötesinde " Yordan " sandviç, muhallebi, keşkül, kazandibi yemek için çok popüler yerlerdi.
Gazete ya Nişantaşı köşesinde Baba Kazankaya' dan veya Teşvikiye Karakol' unun karşısındaki Alâattin' in babası Kemal' den alınırdı.
1930' lu yıllarda Emlak caddesinde yürürken, başınızı yukarı kaldırdığınızda, karşılıklı ev ve apartmanların arasında, damlar arasında gerilmiş örümcek ağı yoğunluğunda radyo antenlerini görürdünüz.
Evimizde; tek ve ayrı oparlörlü RCA- radyosundan başka, benim de el kadar bir galenli- dedektörlü kulaklıklı radyom vardı. Üzerinde ince bakır tel ucunu gayet yavaşca gezdirip, herhangi bir radyo istasyonu yakalamaya çalışır, bulur ve dinlerdim de.
|
|
|
Çevremizde:
İlk- gecekondu misali, tenekeden yapma barakalar, Ihlamur' dan Beşiktaş pazarı yanından Teşvikiye'ye doğru çıkan yokuş Deryagil sokağının sağ tarafındadır.
Sinema ve Mini-Gurme:
Yakın yerdeki sinema ihtiyacını Pangaltı' daki Tan Sineması karşılıyordu. Sinemaya sevgili ile gizli olarak gidilecekse, o zaman Beyoğlu' ndaki Alkazar sinemasının arka locaları tercih edilirdi, çünkü ön duvarları göz seviyesinden biraz yukarıdaydı. Kovboy, Örümcek Adam, Baytekin ve Frankenstein filmleri Alkazar' ın favorileriydi.
Nişantaşı' nın özellikle - şimdiki televole tarzının aksine - aile beraberliğinden oluşan sosyetesi cumartesi günleri 4:30 matinesine Melek sinemasında gayet şık olarak buluşurdu.
Çıkışta ya Gloria ya da İnci pastahanesine Profiterol için uğranılırdı. Daha rahat bir ortam arayanlar Tünel' e doğru yürüyerek veya otomobille ya Lebon' da veya Markiz' de kahvelerini içer, pastalarını yerlerdi.
Bu yol üzerinde tam Galatasaray yol kavşağının ortasında ki yerde duran İstanbul' un gelmiş geçmiş en ciddi ve yakışıklı polisi Şefik ile karşılıklı selâmlaşmak adetti.
Tünel tarafına gitmişken, Markiz' in arka sokağındaki bakkaldan Polonezköy tereyağı almak ta mümkündü.
Genellikle, şimdiki Şamdan benzeri öğle yemeği için tek adres Parmakkapı' daki meşhur Abdullah Efendi ve de akşam yemeği için Rejans' tı. Dans' ta Tango hakimdi. Yer: Park Otelin Balo Salonu. Orkestra: Eduardo Bianco. Gece hayatı ise Tokatlıyan' ın altındaki gece klübünde Perez' le bitirilirdi.
Diğer yandan bu tarz yerlerde arasıra bazı tipler göze çarpıyordu:
Clark Gable'' in saç, bıyık ve ağız yanıyla gülüş tarzını benimseyip, şık, süslü, çok dar paçalı, siyah pantolon ve tabii ceketle ortaya çıkan " Bob Stil "lerdi. Bunlar hem giyinişlerinden hem de " Clark " çekme tavırlarından tanınıyorlardı.
Biz gençler: özellikle akşam yemeklerini hafiften alan " Mini- Gurme " sınıfındandık. O yaşlarda talebe olarak herhangi bir işyeri veya medya bağlantımız olmadığından yemek paralarımısı maalesef cebimizden ödüyorduk...
1945 yılı süresince Beyoğlu' ndaki Galatasaray Lisesinde; akşam vakti dışarı çıkmamıza müsaade edilmediğinden, o ihtişamlı büyük kapının arkasından yoldan geçenlere seslenerek, bize karşı köşeye yakın ve meşhur havyar mağazasının tam karşısındaki Vasil' in idare ettiği " Levent " ten " Atom " almalarını rica ederdik. " Atom " sandöviç' in adıydı. Çünkü o yıl Amerikalılar Hiroşima' ya Atom bombası atmışlardı. Böylece o sosisli dolu dolu sandöviçin ismi Atom oldu.
Buna benzer bir değişme de Rusların alışıldığı vechile bizden Kars' ı istemeleriyle yaşandi. Yıllarca bilinen Rus salatasının ismi, bu siyasi gelişme üzerine Amerikan salatası oluverdi. Bugün için aradaki fark: Sam Amcanın salatasının vıcık vıcık mayoneze boğulmuş olması.
Bir başka tür " Mini Gurme " lik te gene aynı yıllarda " Kabak Çekirdeği " ile başladı. Beyoğlundaki Ses Tiyatrosu o zamanlar kadrosu yönünden de çok tanınmıştı. Tiyatromuzun ünlüleri orada halkın karşısındaydı...
|
|
|
Muammer Karaca, Toto Karaca, Tevhit Bilge, Muzaffer Hepgüler, Şükran Özer, Turgut Boralı, Aziz Basmacı, Ali Sururi, Mürüvvet Sim ve daha birçok ünlüler...
Özellikle Cumartesi akşamlarına yer bulmak, şayet önceden bilet almamışsanız imkânsızdı. Ses’ in kadrosunda ayrıca epey hoş Muallâ gibi..balerinler de vardı... Bizler birkaç arkadaş, en ön sırada yer bulabilmek için, bir hafta evvelinden tiyatronun giriş holünde tezgâhının başında oturan fıstıkçı Ahram’ dan bolca bir paket “ Kabak çekirdeği “ alır ve bir de bahşiş ile Ahram’ ın kasadaki yakından tanıdığı hanımdan ayırtacağı o güzelim salonun birinci sırasındaki yerimizi garantilerdik.
Alışkanlık haline gelmiş olan bu ön sıradaki aynı yerlere oturmaktan dolayı, hemen önümüzde, orkestra şefi Karlo Kapoçelli ve bazı balerinlerle karşılıklı hafiften gülümserken bir an kendimizi sanki Berlin Filarmoni Orkestrası şefi Herbert von Karayan’ la selâmlaşıyor havasına giriyorduk.
Neticede “ Kabak çekirdeği “ sayesinde zamanın Tiyatro üstadlarını vs. yakından izleme imkânı bulduk.
Geziler:
1930’ lu yıllarda, hafta sonları gezmek için ailece Nişantaşı’ ndan Mecidiyeköy’ üne gidilirdi.
Şimdiki otobüs terminalinin bulunduğu yerde geniş dut ağaçları altında çay bahçeleri vardı. Özellikle dut zamanı, oraya gidilir, çay’ ın yanında garsonun getirdiği ufak tabak içinde birkaç adet kürdana batırılmış lokum yenilirdi.
Şayet uçurtma uçurulacaksa, yerimiz bol rüzgârlı Maslak çayırlarıydı. Büyüklerimiz bira içmek istediklerinde Bomonti’ deki Bomonti Bira Fabrikasının açık bahçesine gidilir ve fıçı birası içilirdi.
Biraz daha uzak yere gitmek düşünüldüğünde, Karaköy’ den yandan çarklı Basra veya Neveser vapuru ile sallana sallana ve de bazen hoş sohbet yolcuların gemide hep birlikte ayağa kalkarak şakayla bir tarafa ağırlık vermeleriyle, sağ veya sol yan çark kısmen su sathına çıktığından, vapur kısa bir zaman için mecburen sağa veya sola yönelir, sonunda da keyifle ve salimen Moda’ ya veya Kalamış’ a varılırdı
Futbol’ un merkezi; Beşiktaş’ taki Şeref Stadyumundan önce, şimdiki Taksim gezisinin bulunduğu yerde tribünlü futbol sahasıydı.
Çok daha uzak gezi yeri olarak , o zamanlar polonyalıların çoğunlukta olduğu Polonezköy’ e gidilir, atlı arabayla gezilirdi. Hem piknik hemde güzel polonya et yemekleri tatma olasılığı vardı.
Taşıt olarak:
Beşiktaş- Harbiye arasında sarı renkte, arkasında balkonu olan otobüsler işlerdi. Beşiktaş’ tan Maçka’ ya çıkışta, çok kalabalık olduğunda otobüsün balkonu yerde büyük gürültü ile sürtünmeye başlar, sonra şoförün ikazı üzerine arkadaki yolcular ön tarafa doğru sıkışırlardı. Başka bir hat’ ta Tramvay hattı idi. Kırmızı renkli ikili Maçka- Tünel vagonları, sabah ve akşam talebeleri, gündüzleri ise çoğunlukla Beyoğlu’ na gezmeye giden şık hanımları taşırdı.
Trafik yoğunluğu yönünden Valikonağı caddesi o derece tenha idi ki, annem gürbüz olmam için tadı felâket olan Balık yağı’ nı içirmeye zorlarken, avutmak için beni Valikonağı caddesine bakan pencerenin önüne götürür ve caddeden soldan sağa geçen otomobilleri saydırırdı...
Tenis :
Ben şahsen görmedim ama, anlattıklarına göre 1920-30 arasında Nişantaşı’ nda 7- 8 Tenis kordu bulunuyormuş. 1940’ lı yılların başında bugün Maçka Oteli’ nin arka çaprazında, Bronz sokakta Selâmi Bey apartmanının arkasında 2 tenis kordu vardı. Oradaki tenis hocam, son derece kibar, eski şampiyonlardan Mösyö Şirinyan’ dı. Ayrıca 1917 devriminde memleketinden kaçarak İstanbul’ a yerleşen Rus aristokratı Albay, tenis ve eskrim hocası Gorodetzski ve kızı, o zamanın şampiyonu Muallâ (Mila) ‘ da Maçka Palâs’ ın arkasındaki kortlarda hem oynuyor hem ders veriyorlardı.
|
|
|
|
|
|
Caz müziği tutkum:
1940- 45’ li yıllarda müziğe ilgim başladı. İlk önce Ortaköy’ deki Galatasaray İlk Okulunda müzik hocamız İsmail Hakkı Bey’ in oluşturduğu “ İzcaz “ Sextet gurubunda ben batteri’ ye geçtim. Başlangıçta çalışmam iyi idi. Ancak ciddi ve hızlı parçalara geldiğimizde, sağ ayağımla aynı ritmde tempo tutmada, dolayısıyla tokmakla davula vurmada zorlanıyordum. Sanki birileri sağ ayağımı bileğimden geri çekiyordu...Böylece gelecekte, batterileri Kapalıçarşı yapımı dünyaca meşhur “ Zilciyan Simballeri “ ile donatılmış Gene Krupa veya Buddy Rich olma hayalim suya düştü. Batteriden mandoline tabiatıyla dönüş olamazdı. Pompalı Hohner marka ağız mızıkası çalışmalarımı da, beni dinleyecek kimseye pek rastlamadığımdan bıraktım.
Galatasaray’ da ileri sınıfta diğer müzik hocam olan, son derece değerli, kibar ve şık ve saygın üstad Muhittin Sadak’ ın da solfej dersimizde sesimi “Yoğurtçu“ sesine benzetmesinden sonra..müziğe yaklaşmamın en doğru yolunun, plâk çalmak olduğunu anladım.
Not: Allah Rahmet Eylesin muhterem hocam..Siz keşke halen sağ olsaydınız da, bugün sahne boşluklarına yayılan sesleri işitseydiniz, herhalde bana biraz haksızlık ettiğinizi düşünürdünüz. Ben herşeye rağmen memnunum. Sizin değerli hatıralarınızı anarak, hemen hemen hergün yoğurt yiyorum..sesim de düzeldi...
Bir diğer not daha: Büyük edebiyatçı, yazar, romancı, Esat Mahmut Karakurt beni tek ders Türkçe’ den sınıfta bırakmıştı...Size de Allah Rahmet Eylesin muhterem hocam..Bugün çoğunluğun 50 - 100, bilemediniz 150 türkçe benzeri ve de – japonlar gibi, bir veya iki kelimelik ifadeleriyle dertlerini, fikirlerini, kasetlerini, kliplerini ve de dinleyenlerin daha anlamadan kendi kendilerine gülmelerini, talk- show’ larını vs. - anlamak ve anlatmakta - nasıl zorlandıklarını yaşasaydınız, bir özür dileme de herhalde Siz’ den duyardım.
Mamafih; geriye baktığımda; her iki son derece değerli hocamın sınıflarında bulunmuş olmaktan mutlu ve gururluyum.
|
|
|
Nihayet gelelim Caz’ a..:
Caz’ ı tutku olarak dinleme merakım, batteriden ümidimi kestikten sonra başladı. 1944-45 yıllarında Amerikan askerleri Almanya’ yı işgallerinde Frankfurt’ ta AFN (American Forces Network) isimli bir radyo istasyonu kurmuşlardı.
Özellikle akşam üstleri ve geceleri enfes caz müziği çalınıyordu. Başlangıçta amatörce Galenli kendi yaptığım avuç içi kadar bir alıcıyla, üzerinde bakır tel gezdire gezdire yakın çevrede yayın yapan galiba TRT veya Teknik Üniversite' yi sonra daha gelişmiş AGA radyosunla AFN' ni ve Radio Monte Carlo' yu kısmen alabiliyordum.
Her akşam AFN’ i devamlı dinlemekle beraber, bitişimizdeki Kamelya apartmanının en alt katında oturan Galatasaray’ lı değerli sınıf arkadaşım Fazlı Akmansoy’ a gelen Türkiyemizin ilk cazcılarından Atillâ, Hasan Kocamaz, Nejat Yumlu (Dük Nejat) ve isimlerini maalesef şimdi hatırlayamadığım diğer kişilerin caz sohbetlerini kısmen katılmakla daha da gelişti.
AFN’ den aldığım ilham ile bizim ön balkondan Fazlı’ ya bakır tel ile hat çekip, tıpkı AFN’ nin yaptığı gibi saat akşam üstü 4:00 te bir “ Double Bag “ caz programı hazırlayıp, açılış müziğini de Duke Ellington’ nun “ Take the A Train’ inle başlatıp, 1 saat boyunca kendi plâk kolleksiyonumdan neşriyat yapıyordum.
Bu arada karşı apartmanlarda oturan bazı hoş tatlı kızların da duymaları için oparlörün sesini bir hayli açıyordum.
Plak almak istendiğinde öncelikle Tünel’ e gidilirdi. İlk plağımı
“ İn the Mood “ u ve “ Sing Sing Sing ” i 10’ ar liraya almıştım.
Caz ve Müzik sevenlerle tanışma:
Gene 1940’ lı yıllarda annem ve babamın aile dostları Muhterem Fahire / Muhittin Mardin’ in oğulları olan Arif Mardin’ i Teşvikiye’ deki evine sohbete gittiğimde zaman zaman piyanosunun başında çalışırken rastlıyordum. Arif'' e hediye edilen "Duke Ellington" nun bir plâğı Caz' a olan sevgisini daha da arttırmış olsa gerek. Bir seferinde "tereciye tere satma" misali; Arif’ e Tüneldeki plâkçıdan bayılarak aldığım Batteri’ nin bir numarası Gene Krupa’ nın "Blue Rhytm Fantasy" sini dinletme gurur ve keyfini yaşamıştım.
|
|
|
|
|
|
İlginç bir hatıra: Muhterem ailesi ve özellikle babası Muhittin Bey; sonradan öğrendiğime göre, Arif’ e beni misal göstererek, bak Özer ne kadar uslu bir çocuk diyerek hafif tertip sitemde bulunurlarmış.
La Fontaine’ in moral misali: Arif Mardin dünyaca tanınmış saygın, kibar bir müzik otoritesi oldu. Ben ise usluluğumun kaderi !!! plâk dinlemeye ve yazı yazmaya devam ediyorum !!
New York’ ta:
Yıllarca önce bir gün İsviçre’ den Amerika’ ya ilk gidiş arifesinde Arif Mardin’ e Zürich' ten Resimli bir Kartpostal yolladım. Kartın üzerinde; İsviçre dağlarında köylülerin dağdan dağa haberleşmek için kullandıklarıı gayet uzun ve boğuk ses çıkaran bir boru (Horn) resmi vardı. Kart’ a; aman Arif lütfen beni bu tahammül edilmez seslerden kurtar, New York’ a geldiğimde senin güzel müziğini dinleyebilir miyim diye yazdım. New York’ ta Arif’ in samimi davetine uyarak dünyaca meşhur Ertegün’ lerin Atlantic Recording Corporation’ a gittim. Orada bazı müzisyenler ve şarkıcıların ses kayıtlarını hayranlıkla bizzat dinleme ve yaşama imkânı buldum.
İstanbul’ da :
1940’ lı yılların sonuna doğru tanınmış cazcılarımızdan ve soprano saksafon çalan İsmet Sıral’ ı da tanımıştım. İsmet’ in arkadaşları o’ nun saksafon çalarken kat’ iyyen limon veya emsali meyvelere bakamadığını, dolayısıyla gördüğünde ağzının sulandığını şaka mahalli söylemişlerdi.
Yıl 1951... Ankara gemisiyle Napoli üzerinden Marsilya’ ya gidiyorum. Gemide İsmet Sıral’ ın orkestrası var. Gençlik ve şaka misali: Akşam yemekten sonra balo salonunda orkestra kalabalıkta çalmaya başladı. Ben de hazırlıklı gitmiştim! Salonda karşısındaki koltuğa yerleşip kesik limonu İsmet’ e göstererek ısırmaya başladım... Eyvah...Saksafondan sulu sulu sesler çıkmaya başladı.
|
|
|
|
|
|
Allah’ tan ki bu olay o yıllarda yaşandı ve kahkahalarla geçiştirildi.
Gelelim Celâl İnce’ ye... Belki yaşıtlarım hatırlarlar. Celâl İnce hem – bazıları kendi bestesi olan – Tango şarkılarını hem de kovboy şarkılarını seslendirirdi. Başlıca keyf mekânı akşam üstleri Beyoğlundaki Tokatlıyan Oteli’ nin caddeye bakan penceresinin önüydü. Sağ olsun ondan da bir dirhem çapkınlık dersleri almıştım. Sonraları Amerika’ ya göç etti.
Ayten Alpman... Kim tanımaz bu güzel, sesi buğulu caz şantözünü. Yıl 1952... Yeşilköy Otel Deniz Park’ a Celâl İnce ile gidiyoruz. Orada gencecik enfes bir kız caz şarkısı söylüyor.
Sanki New York’ taki Blue Note veya Fat Tuesday’s. Bugün bile aynı güzellik ve beceri ile caz’ a hükmediyor. Ayten Alpman’ ı bundan 6-7 yıl önce Tuzla Mercan Yuvamız’ a da bizzat davet ederek Erol Pekcan ile beraber tekrar dinleme fırsatı bulduk.
Evet Erol Pekcan... Onun’ la Büyükada- Nizam’ lı olarak 1940’ lı yılların sonuna doğru arkadaş olduk. Müşterek merakımız Büyükada’ da evimizde karşılıklı Caz plâklarını dinlemekti . Haa ayrıca da akşam üstleri bisiklete atlayıp Çankaya Otelinin yakınında oturan – gözdelerimizle – buluşmaktı.
Sonuç:
Nişantaşı Hatıralarım ve Müzikli Rastlantılarım bende geçmiş dönemlerde renkli, güzel anılar bırakmıştı.
Son zamanlarda Medya’ da Nişantaşı mevzuu çok işlendiğinden ben de eski öz be öz bir Nişantaşı' lı olarak konuya değişik bir açıdan girmek istedim.
Not: Yukarıda verdiğim bilgilere herhangi bir düzeltme veya ilâve gerekiyorsa, lütfen E-Mail ile bildirin. Ayrıca www.google.com’ da Nişantaşı’ nın Tarihi ve Konakları hakkında geniş bilgiler bulabilirsiniz.
|
|
|
|
|
|
|